Gençlerbirliği / Neden Anadolu

Futbol, Basketbol, Olimpiyatlar vs...
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Gençlerbirliği / Neden Anadolu

Mesaj gönderen Antis »

Herkese Merhaba

Orhan Şeref Apak
"G.birliği'nin unutulmaz simgelerinden..."

Orhan Şeref Apak, kuşkusuz, Gençlerbirliği tarihinin unutulmaz şahsiyetlerinden biridir. 1930’lardan 1960’lara kadar uzanan geniş bir zaman kesitinde, aralıklarla, Gençlerbirliği’nin idarî ve teknik yöneticiliğini yapmış; rahatlıkla söylenebilir ki, kulübün yapısını, karakterini, “huyunu” biçimlendiren izler bırakmıştır.

1906 doğumlu olan Orhan Şeref Apak, çok kısa bir süre futbol oynadı. İstanbul'da Süleymaniye kulübünün kadrosunda yer aldı; Orhan Öktem “Büyük Orhan”, o da “Küçük Orhan”dı. Ancak sakatlandı ve futbolu bırakmak zorunda kaldı. Futbol dünyasından kopmadı, derhal idareciliğe soyundu. Ondaki futbol yöneticisi cevheri o zamandan belliydi: Burhanettin Doğançay’ın dediği gibi: “Pek futbol oynamamıştı ama 19 yaşında İstanbul muhtelitini[karmasını] turneye götürmüştü!” Varlıklı bir aileye mensup değildi. Memuriyet bulmak için Ankara'ya geldi. Protokol İşleri Daire Başkanlığına kadar yükseleceği Dışişleri Bakanlığına girdi. Futbol tutkusu sürüyordu. Ankara Altınordusu'nda [eski Ankara İdman Yurdu], Ankaraspor’da, başka anlatımlara göre Çankaya’da idarecilik yaptı. Bu sırada Gençlerbirliği’yle de yakından ilgilenmeye başlamıştı. 1936 Galatasaray kongresinde çıkan anlaşmazlık üzerine kurulan Güneşspor'un Ankara şubesini üstlendi, hatta 1938’e dek genel kaptanlık yaptı. Ancak 1938’den itibaren ilgisini ve mesaisini tamamen Gençlerbirliği’ne hasredecekti. (1960’ların sonlarında da kısa bir dönem Adanaspor’da yöneticilik yapmıştır.)

1940’lar boyunca, Orhan Şeref Apak Gençlerbirliği’nin kâh resmen kâh fiilen Umumî Kaptanı idi. Oyuncuların bütün meseleleriyle ilgileniyor, okul ve iş sorunlarını çözüyordu. Avni Bulduk, “Orhan Şeref Apak olmasa, Hasan Polat, Hasan Polat olamazdı” diyor: “Orhan Şeref Hariciye Vekaletinde memurdu ama harçlıkla marçlıkla idare ederdi Hasan Polat'ı. Çok zor şartlarda okumasına yardımcı oldu onun.“ Bulduk, kendisinin de, Orhan Şeref'in “cebinde büyüdüğünü söylüyor: “Ondan kopya aldım ben herşeyi.” 1940’lardaki Umumî Kaptanlığının son döneminde, 1949-50 döneminde Gençlerbirliği Başkanlığını yürüttü Orhan Şeref Apak. 1950’deki tartışmalı kongreden sonra bir müddet kulüpte aktif görevlerden uzaklaştı, zaten bu arada Futbol Federasyonu Başkanlığı yapmaktaydı. 27 Mayıs askerî müdahalesi döneminde, 1960-61’de Gençlerbirliği Başkanlığını yeniden emanet aldı. 1965’e dek kulübün yönetiminde yer aldı; “Orhan Bey”, diğer yöneticilerin hürmet ettiği, başlıbaşına bir müessese gibiydi o zaman...

Avni Bulduk’un anlatımıyla “haftaymdaki limonun parasının zor denkleştirildiği” zamanlarda kulübü ayakta tutmanın zorluklarından geçen bu üstad yönetici, doğal olarak, ziyadesiyle tutumluydu! 1960’ların başında takımın genç yıldızlarından olan Tugay Özçeri, “Orhan Şeref Apak fevkalade az para verirdi. Ama niçin verdiğini de bilirdi!” diyor. 1960’larda yönetimde bulunan Turhan Oğan, şöyle anıyor Onu: “Ayıp belki söylemek ama biraz fazla maddiydi. Para konularında ihtilafımız çok olmuştur. Futbol Federasyonu'ndayken millî takımın antrenmanı için sahamızı kullanırlar, bize para vermesi lazım, vermez...” Gençlerbirliği’nin 2. Ligde geçen çileli senelerden sonra İlhan Cavcav yönetiminde düze çıkışı sırasında da futbol kamuoyunda çok takılınan “tutumlulu” davranışının kurumsal köklerinde, Orhan Şeref’in güçlü damgasını unutmamalı!

Otoriterdi; “babacan” bir otoriter olarak hatırlanıyor. İnsanları hoş tutmayı bilen ve önemseyen birisi... “Rüzgârın Oğlu Zeynel”, “İnsan psikolojisini onun kadar iyi bilen az kişi tanıdım” diyor. Ve tabii, üst düzey bir Hariciye bürokratı olarak, “etiket kurallarını” iyi bilen, sporcuların “oturup kalkmayı bilmesine” önem veren, takımının daima “efendi gibi” davranmasına dikkat eden bir terbiyeci... Gençlerbirliği’nin “kolej takımı” olarak bilinmesinde, centilmenliğiyle nam salmasında, Orhan Şeref Apak’ın okul müdürü üslûbunu hatırlatan yöneticiliğinin payı gözardı edilemez.

Önceki sayfalarda aktarılan birçok anektoddan da anlaşılmış olmalı, “futbol ajanı” ve “teknik direktör” meziyetleri de üstündü, bu futbol adamının. Keşfettiği ya da doğru mevkiye oturtarak verimini artırdığı o kadar çok oyuncu vardı ki! Hafları solaçığa, açıkları içe çeker, sonunda mutlaka bir “buluş” yapardı. Teknik direktörlüğün kurumlaşmasına, yani 1960’ların ortalarına dek, yöneticilik yaptığı her dönemde Gençlerbirliği’nin takım tertibinde, oyun taktiğinde mutlaka parmağı vardı Onun. 1960’larda oyun anlayışına yaptığı katkıya, izleyen bölümde birçok vesileyle değinilecek.

Orhan Şeref Apak, sadece Gençlerbirliği’nin değil, Türk futbolunun unutulmaz şahsiyetlerinden biri. 1952-54, 1957-58, 1965-70 dönemlerinde üstlendiği Futbol Federasyonu Başkanlığı sırasında, devrimci denebilecek adımlar attı. Genç ve ümit milli takımların kurulması, 1. Millî Ligin, ardından 2. ve 3. liglerin örgütlenmesi, sistemli antrenör kurslarının açılması, Orhan Şeref Apak’ın gerçekleştirdiği projelerdir. Futbolun ülke sathına yayılması, Onun inisyatifinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Anadolu kulüplerinin kurucu kuşağının derin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hatta Eskişehirspor’un kurucu yönetimi, sırf Orhan Şeref Apak’a sevgi ve şükran ifadesi olarak, onun sevgili kulübünün, Gençlerbirliği’nin renklerini seçmiş, kırmızı-siyahı kuşanmıştır! Burhanettin Doğançay, “Hiç unutmam, ‘bir gün gelecek, milli kümede İstanbul'dan takım olmayacak’ derdi”, diye hatırlıyor ve devam ediyor: “Başka bir memlekette olsa, futbolun gelişmesine yaptığı hizmetlerden dolayı Orhan Şeref Apak'ın 10-12 heykeli dikilirdi en aşağı.” 1973 yılında hayata veda eden bu futbol üstadı, Gençlerbirliklilerin gurur simgelerinden biri olarak hatırlanacak.

Kaynak: Tanıl Bora, Ankara Rüzgarı, s. 117-120.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Hasan Polat
"Gençlerbirliği’nin ebedi simgelerinden"

"Oğlum oğlum, bak...Biz burada görevdeyiz. Ben Gençlerbirliği'ni seyrederim, desteklerim, ama haksızlık yapmam... Mağlup olur, küme düşer, bir şey yapamam... ama akşam eve gider 'çocuğum öldü' diye ağlarım..."

1940’lı yıllar, özellikle Gençlerbirliği’nin Türkiye birinciliğini kazandığı 1941-46 kesiti, Hasan Polat’ın futbolunun olgunluk çağıdır. Bu dönemde Hasan Polat Gençlerbirliği’yle özdeşleşmiş, kulübün ebedî simgelerinden biri haline gelmiştir. Gençlerbirliği için, bir yıldız futbolcu olmasından çok daha fazla şeyler ifade ediyordur artık O...
Hasan Polat, Gençlerbirliği’nin yaklaşık yirmi yıllık bir döneme damgasını vuran oyun karakterini de belirlemiştir. Spor tarihçisi Veli Necdet Arığ’ın anlatımıyla, “en iyi müdafaa taarruzdur” ilkesine dayanan bir karakterdi bu: “Gençlerbirliği kapanık oynamazdı, açık oynardı. Hasan Polat arkadan destek vererek sürekli ileri çıkmasını söylerdi takımın.” Hasan Polat, orta üçlünün ortasında, “libero” kavramının olmadığı bir zamanda günümüz liberosunun gördüğü işlevi görüyor, oyunu yönlendiriyor, hücumları organize hale getiriyordu. Mükemmel top tekniğinin yanısıra, uzun isabetli pasın Türk futbolundaki ilk ustalarından biri, belki de ilk ustası olarak hatırlanıyor. Zündap Hüseyin, “Hasan Abi kimseyle mücadele etmez, yalnız topla oynardı” diyor; eski stil oyun kurucu karakteri buradan da belli! Hücuma dönük orta saha oyuncusu olarak çok da gol atıyordu Hasan Polat. Bir başka spesiyalitesi, kafa toplarına müthiş hâkimiyeti ve kafa toplarını yönlendirmedeki maharetiydi.


Burhanettin Doğançay, Hasan Polat hakkında sözün özünü söylüyor: “Hasan,Türkiye’de gelmiş geçmiş en iyi santrhaf! Korkunç bir fizik, disiplin, kendine çok iyi bakıyor, çok kabiliyetli, havadan top alamazsın... Avrupa'da olsa, kimbilir ne olurdu!” Ne yazık ki, ulusal ve yerel futbolun içine kapanık olduğu bir zamanda oynamış, üstelik en parlak yıllarını, bu içine kapanıklığın alabildiğine arttığı Dünya Savaşı yıllarında yaşamıştı bu büyük oyuncu. Onun yıldızının parladığı 1936-1948 döneminde Türkiye Millî takımı sadece bir tek maç oynamıştı: 1 Ağustos 1937’deki bu Yugoslavya maçı, Hasan Polat’ın tek millî müsabakası olarak kalmıştır. Ama ulusal futbol ortamında herkes farkındaydı Onun: O zaman da gücün, ilginin -ve el altından verilen paranın- merkezi olan İstanbul kulüpleri Hasan Polat’ı çok istemişlerdi. Özellikle de, Onun kaptanlığındaki Gençlerbirliği’ne iki Türkiye birinciliği finali kaybeden Beşiktaş -üstelik kendisinin Beşiktaş'a sempati duyduğu da biliniyordu! Ama Hasan Polat, kendi sözleriyle, “İstanbul'dan yapılan tekliflerin hepsini refüze etmiş”ti. “Gençlerbirliği'ni bir çocuğu gibi seviyor”du O, başka bir takımı düşenemezdi, düşünmedi de (askere alınarak “celbedildiği” Harbokulu dışında!).

Hasan Polat, yeteneklerinin ötesinde karizmatik şahsiyetiyle, sadece kendi takımı üzerinde değil, rakip oyuncular ve hakemler üzerinde bir otoriteydi. Halim Çorbalı’nın sözleriyle: “O zaman Hasan Abi hakeme şöyle bir baktığım zaman hakemi bile etkilerdi. İltimas anlamında değil. ‘Yaptığın iş yanlış, dikkat et’ manasına... Çok iyi arkadaşlığımız vardı bütün takım, ama Hasan abiye karşı ekstra bir hürmetimiz vardı.” Onunla beraber oynamış her oyuncunun hafızasında, “Hasan abinin bakışı”nın yeri var! Bütün mazeretleri unutturan bir bakıştı o.

“Tam manasıyla bir koordinatör, bir otorite, bir ahlâk abidesi, bir baba, bir ağabey, bir amca...Ne derseniz deyin. Gençlerbirliği'ni yıllarca omuzlamıştır.” 1940’ların sıkı taraftarı, 1964/65 döneminin Gençlerbirliği başkanı İbrahim Sıtkı Hatipoğlu, Hasan Polat’ın kulüpteki yerini böyle tanımlıyor. Gerçekten de Hasan Polat, Gençlerbirliği’nin çok şeyiydi. Kendi ifadesiyle: “Gençlerbirliği benim üçüncü bir evladım gibidir. Ben 1935'te intisap ettim. 1952'ye kadar orada bulundum. Gençlerbirliği'nin hem oyuncusu oldum, hem takım kaptanı oldum, hem genel kaptanı oldum, ondan sonra yöneticisi oldum.” Olgunluk döneminde, teknik yönetime Orhan Şeref Apak ağırlığını koyduğu 1940’ların ikinci yarısına dek, takımın fiilî antrenörlüğünü de yürütmüştü: “Kabiliyetli gençler üzerinde devamlı işlemeler yapmışımdır. Gençlerbirliği'nin futbolcularının o seviyeye çıkmasında âmil olmuşumdur. İsmim antrenör değildi, ama bir antrenör gibi onlarla meşgul olmuşumdur. Her futbolcuyla en azından 10-15 dakika meşgul olurdum. İdmanı ben yaptırırdım.” Sadece sahada kaptan değil, saha dışında da genel kaptandı, takımın genel sevk ve idaresinde Onun inisyatifi vardı: “İdarecilerle tanışmamla, idarecileri anlamamla.. fiilî netice itibarıyla ben Gençlerbirliği'nin en aktif, en popüler, en güvenilir oyuncusu haline geldim. Gelen çocukların halet-i ruhiyesi, görüşleri falan o istikamette olmuştur. Bir empoze veya vazifelendirme değil. Kendiliğinden olmuştur. Ben orada daima bir ağabey rolünü oynamışımdır. Ve bununla övünürüm, hiçbir zaman onları kötü bir yola sevketmemişimdir. Bir galibiyetten sonra barlara, meyhanelere, umumhanelere gitmek diye bir şey yoktur. Çünkü ben inanırım ki futbolcu sahada yorulduğu kadar dışarda da yorulursa ondan kolay kolay randıman alamazsınız. Hayatı mazbut geçmeyen insanlar futbolda istikrarlı bir performans gösteremezler. Ben Gençlerbirliği'nde oynayan çocukları, önemli müsabakalarda galip gelsek bile hiçbir zaman kötü yerlere götürmemişimdir. Ödül olarak afedersiniz bazılarının yaptığı gibi barlara falan değil... toplu halde seviyeli bir lokantada bir yemek yemeye... En büyük ödül buydu. Zaten paramız da yoktu. Zaten o zaman bütün kulüpler amatördü. Saha hasılatıyla geçiniyordu. Kulübe yardım da aidat meselesiydi. Çıkartıp cebinden milyonlar verecek taraftarımız yoktu.”

Hasan Polat, 1930’lardan 1950’lere uzanan -hatta 1960’larda da örnekleri görülen- bir geleneğe uygun olarak, Gençlerbirliği’nde oynarken bir yandan üniversitede okumaya, bir yandan da devlet memuriyetinde çalışmaya devam etmişti. 1936-39 döneminde Maliye Bakanlığı Bütçe Mali Kontrol Şefliğinde çalıştı. Hukuk Fakültesi’nden 1938’de mezun oldu. Yine futbolculuğu sürmekteyken, 1947-47’de Sümerbank Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı, 1947-50’de Ankara Stadyum ve Hipodrom Müdürlüğü yaptı, 1950-53’te Sümerbank Teftiş Kurulu’ndaki yönetim görevine döndü. 1952’de futbolu bıraktıktan sonra 1953-54’te Hereke Defterdar Yünlü Sanayi Müessese Müdür Vekilliği, 1954-55’te Merinos Müessese Müdürlüğü, 1955-57’de Sosyal Sigortalar Kurumu Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptı. 1957 genel seçimlerinde, Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 1930’ların sonunda Türk Spor Kurumu’yla meşgul olduğu dönemden tanıdığı Hasan Polat’ı kendi kontenjanından Trabzon milletvekilliğine aday gösterdi. 1957-60’ta Trabzon milletvekili olarak parlamentoda bulunan Hasan Polat, 27 Mayıs askerî müdahalesinden sonra bir müddet Yassıada’da hapis yattı. Sonrasında “çalışmaya mecburdum”, diyor: “Askerî idare bizim bütün emeklilik haklarımızı da kaldırmıştı. Gayrımeşru yollardan veya titrimle, ismimle iş takip ederek servet sahibi olmuş değildim...” 1966-68 döneminde Sümerbank Başmüşavirliğinde bulunacak, daha sonra özel sektörde uzun yıllar yönetici olarak çalışmaya devam edecekti.

Fakat Hasan Polat’ın kariyerinde asıl önem taşıyan yöneticiliği, iki dönem yaptığı Futbol Federasyonu Başkanlığıdır: 1955-57’de ve 1970-76’da. Her ikisinde de iz bırakmış, atılımlar, yenilikler yapmıştır. Örneğin ilk Federasyon Başkanlığı sırasında profesyonel kulüplerin genç takım kurnma zorunluluğu getirmesi, Türkiye’de genç futbolcu yetiştirme düzeninin oluşumunda tayin edici bir adımdır. Böylelikle, Namık Katoğlu’lardan, Ali Rıza Ertuğ’lardan, Orhan Şeref Apak’lardan gelen bir Gençlerbirlikli geleneğine yeni bir halka eklemiş; Türkiye’nin futbol büroksasisinde, Türkiye futbol ortamının modernleşmesinde Gençlerbirliklilerin oynadığı öncü, örgütçü rolü zenginleştirmiştir Hasan Polat. Kendisinden aktaralım: “1955 senesinde ben Federasyon Başkanı oldum. 55'in şubat ayından 57'nin Ekim ayına kadar. O zaman federasyonda biz üç hatta iki kişiydik. Altay Kulubünden gelen Mamato Salim vardı, meşhur idareci. Benden çok yaşlı bir adamdı. Bir de Halit diye bir çocuk vardı. O zaman beş yıllık plan yapmıştım, sonra tatbik etmediler. Bu planın içerisinde hakemlik, A takımlar, genç takımlar ve saha meseleleri realize edilecekti. 1957 Ekim'inde milletvekili seçildikten sonra bir müddet yine devam ettim Federasyon Başkanlığına aslında... Macaristan'ı ilk defa yenen bir Federasyonun başkanıydım ben. 1956 senesi, 18 Şubat'tır. Macaristan o zaman Avrupa'nın önde gelen takımıydı, hepsini eziyordu. Ben ideal olarak o takımı Türkiye'ye getirme peşine düştüm. Talep ettikleri parayı temin edemiyorduk, rahmetli Menderes'e gittim, ‘kabul’ dedi, ‘ben öderim’ dedi. Ama Türk parası üzerinden hesap ettirdi. O zaman döviz sıkıntımız vardı. Macar Federasyonu 200 bin Türk parası karşılığında Türkiye'ye gelmeyi kabul etti. İstanbul'a geldiler, İstanbul'daki Macar Ticaret Ateşesi bunları ikaz etti: Türk parasının değeri yoktur diye. Bu sefer çevirdiler, dolar üzerinden istediler. Ben yine rahmetli Menderes'e gittim, öyle halloldu... 1955'te Federasyon Başkanı olduğum zaman Türkiye'deki maçların bir kısmını ecnebi hakemler idare ediyordu. Ben bu işe müdahale ettim ve dedim ki, Türkiye'ye ecnebi hakem bundan sonra gelemez. Türk hakemliği ondan sonra güçlenmiştir. Benden sonraki federasyonlar tekrar ecnebi hakem ithal ettiler. Ben 70 senesinde ikinci defa Federasyon Başkanı olduğum zaman bu manzarayla karşılaştım. Yine aynı kararı aldım, bunun müsbet neticesi olarak ben Dünya Kupası'na hakem gönderdim. İkinci Federasyon Başkanlığı döneminde ecnebi oyuncuları da hem adet olarak hem kalite olarak sınırlamıştım. Kendi millî takımında son üç sene içinde top oynamayan bir kimse Türkiye'ye gelemez, diye...”

Trajiktir, Hasan Polat ikinci Futbol Federasyonu Başkanlığındaki ilk imzalarından birini, Gençlerbirliği’nin 2. lige düşüşünü tescil etmek için atacaktı! Gençlerbirliği'yle kurumsal, resmî bir bağı yoktu, fakat elbette “hissî münasebeti vardı, o zaten hiç kesilmemişti...” 1960’ların Gençlerbirlikli oyuncuları, İstanbul’daki maçlarında bu karizmatik adamın otellerine ziyarete geldiğine, soyunma odalarına inerek onlara moral verdiğine, Gençlerbirlikli olmanın anlamını anlattığına az tanık olmamışlardı! İlk devrede mağlup duruma düştükleri bir maçın devre arasında hışımla soyunma odasına inen Hasan Polat’ın o sert bakışının ve “yeneceksiniz!” ‘talimatının’ takımı ikinci yarıda nasıl ayağa kaldırdığı, 1960’ların unutulmaz kalecisi “Köylü” Selçuk’un hâlâ hatırında! İlerdeki bölümlerde, 1970’teki o kahredici küme düşüş hikâyesi yer alıyor... O esnada, Gençlerbirliği’ni sevenler arasında “Hasan Abi bir şey yapabilir mi?” umudu uç vermişti, çaresiz, gizli gizli... Diğer takımların küme düşmemek için çevirdiği dolaplardan dem vuruluyor, “kötü yola teşebbüs ve tenezzül etmeme”nin cezasının küme düşmek olmasına isyan ediliyordu. Düşüşten sonra Hasan Polat’ı Federasyon’da ziyaret ederek “gadre uğradık, bir şey yapılamaz mıydı!?” diye serzenişte bulunan Gençlerliler, Hasan Abilerinin "Oğlum oğlum, bak" diye onlara nasıl çıkıştığını hatırlıyorlar: "Biz burada görevdeyiz. Ben Gençlerbirliği'ni seyrederim, desteklerim, ama haksızlık yapmam... Mağlup olur, küme düşer, bir şey yapamam... ama akşam eve gider 'çocuğum öldü' diye ağlarım..." Katoğlu’lardan, Ertuğ’lardan, Apak’lardan “Gençlerbirliği mentalitesi”ni böyle öğrenmişti Hasan Polat.

* Tanıl Bora’nın Ankara Rüzgarı (Ankara, 2003) kitabından (s. 70-77).
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

NASIL GENÇLERLİ OLDUM? --Radikal yazarı (yazar) Tanıl Bora kendini anlatıyor

Takım tutmak akıl-mantıkla ilişkisi zayıf bir bağlılıktır. En mutedil insanların gözünü döndüren, hayatında ve huyunda kara delikler açan illetli bir tutkudur. Küçüklükten, aileden, muhitten edinilir ve şu veya bu şekilde edinildikten sonra da, doğrudur, sahiden değiştirilmez. Gözalıcı başarılara, parlak transferlere kapılıp renkten renge geçen kopillere bile iyi gözle bakılmaz. Akıl baliğ olduktan sonra takım değiştirmek ise basbayağı günahtır: Güce tapmanın, vefasızlığın, sadakatsizliğin, samimiyetsizliğin, ruhsuzluğun delili sayılır.

Ama ben değiştirdim.

"Babadan" Cimbomluydum. (Babam, inanmış ve -sadece Liseliliği eksik- ideal-tipik bir Galatasaraylıydı.) 8-10 yaşlarımda teşekkül etti, 1990'ların başlarına kadar sürdü. Ondört yıl şampiyon olamama tecrübesini bilfiil paylaştım: Hüzünlü ve kahhar bir gururla. 1974-80 döneminde, İstanbul'da ortaokul-lise öğrencisiyken maçların çoğunda İnönü'deydim - bazen "eski açık"ta, bazen kapalıda…

Velhâsıl sıkı bir taraftardım. Öyle ki, o halimi bilen bazı arkadaşlarım, yıllar sonra karşılaşıp da bana Galatasaraylıymışım gibi davrandıklarında asık bir suratla "benim artık Galatasaray'la bir alâkam yok, ben Gençlerliyim" cevabını işittince çok şaşırıyorlar. "Takım değiştirme"nin pespâyece bir şey olduğunu düşünen futbolsever dostlarım, oligarşi-içi bir transfer yapmadığım için durumumu hoşgörüyorlar ama yine de biraz şüpheyle bakıyorlar.

Ama yapacak bir şey yok: Ben "döndüm", Gençlerbirliği taraftarı oldum. Uzun sürdü. 1980'lerin başında başladı, 1994 senesinde nihayetine erdi.

Dönemin modasına uymuş, muzaffer olana tav olmuş değilim; tersine, dönemin modasını, muzaffer olanı bıraktım da gittim. Bıraktığım Galatasaray Türkiye Ligini domine ettikten sonra UEFA Şampiyonu bile oldu. Helâl-i hoş olsun, Allah sevenlerine bağışlasın. Lâkin terslik, aykırılık olsun diye de bırakmadım Galatasaray'ı. Doğrusu büyüyen bir antipatinin de payı vardı, ama olsa olsa negatif bir faktördü o - neden bıraktığımı açıklayan bir faktör. Esas, pozitif bir faktör vardı: "Öyle bir sevgili buldum ki / seni unutacağım" faktörü. Başka biri! Yeni bir aşk! Gençlerbirliği!

Taa başından anlatayım.

11 Eylül 1980'de Mekteb-i Mülkiye'ye yazılmakla, hasbelkader memur çocuğu olarak doğup ilkçocukluğumu idrak ettiğim yer olan Ankara'ya kendi irademle ric'at etmiş bulunuyordum. 12 Eylül rejiminin bu kâbus günlerinde, futboldan da kesilmiştim. Kenan Evren'in nutukları, işkence ve idam haberleri, baskı, korku, insanda futbol zevki bile bırakmamıştı. Galatasaray da uzaktaydı zaten. 10 yaşımdan beri ilk defa, üç-dört yıl kadar hiç maça gitmedim.

Yine de büsbütün umursamazlığa vurmadım işi tabii, ligi izliyor, Galatasaray maçlarına dikkat kesiliyordum. O vakitler, futbolla ilgilenip, hele Ankara'da olup da Ankaragücü'nden bîhaber olunamazdı. En güçlü devirlerinden biriydi Ankaragücü'nün…

1. Ligde de 3-4 yıl başaltına oynayan Ankaragücü'nü soğuk nazarlarla izlerken, 2. ligde bir başka Ankara takımının ayak sesleri duyulmaktaydı: Gençlerbirliği. O zamana kadar bu takımın sadece adı ilgimi çekmişti: Değişikti, şehir veya semt adı değildi, eski moda bir naifliği vardı. Zaten babamdan aldığım terbiyeyle Millî Lig öncesinden kalma köklü takımlara (Alay, Göztepe, Beykoz, Vefa...) hürmet besliyordum. Allah için, renkleri de asildi: Kırmızı-siyah. Tok ve asî renkler.

Fakat o sırada Gençlerbirliği'nin beni en çok ilgilendiren yanı, Ankaragücü'ne nispet veren bir yerel rakip olması idi. Kendisine mahsus kanun hazırlanarak değil, 2. ligde şampiyon olarak 1. lige geliyordu. 1982/83 sezonu. Bu "helâl" takıma, Ankaragücü'ne karşı bir kutup olarak mim koydum…

Sonra, "yahu şunlara bir bakayım" dedim, yıllar sonra ilk kez stada gittim. 1983/84 sezonunun galiba ilk maçıydı: Gençlerbirliği-Ankaragücü 1970'ten beri ilk defa 1. ligde karşı karşıya geliyorlardı. "Tarihî bir gündü" sahiden. Stad "ful çakmıştı". Kapalı, maraton ve "karşı" kale arkası tamamen Ankagücülülerle doluydu. Gençlerbirliği seyircisi, Gençlik Parkı tarafındaki kale arkasındaydı (dikkat isterim, doldurmuştu kale arkasını; bugün başaltına oynarken bile bulamıyoruz o kalabalığı). Ben de o tribünün alt taraflarında bir yere iliştim. Ankaragücü tribünleri "ezip geçeriz, 3-5 atarız" havasındaydı. Favori-olmayanla, zayıfla hemdert olmak için her şart mevcuttu velhâsıl. Kendimi alamadım, "Gençler-Gençler" tezahüratına katıldım. Hep Ankaragücü bastırdı. Mahkûm oynayan Gençlerbirliği bir tek ciddi atak yaptı, önümüzdeki kalede "pavyoncu" Vehbi çaprazdan astı topu tavana ve o golle maçı 1-0 kazandı. Kazandık, yani. Vallahi çok hoşuma gitmişti!

Sonra, uzaktan, yan gözle izledim Gençlerbirliği'ni. 1987'de Türkiye Kupasını kazanırken, Eskişehirspor'u 5-0 yenişini, nevale aldığım bir bakkalın televizyonundan 5 dakikalığına görmüştüm, o kadar. Gençlerbirliği ile lig şampiyonu Galatasaray'ın oynadığı Cumhurbaşkanlığı Kupası maçına Galatasaraylı olarak gittim. Gençler'in ertesi yıl küme düşüp hemen geri dönüşünü de uzaktan izledim.

1989'da bir senelik fasıladan sonra 1. lige döndüğü ilk sezona Gençlerbirliği iddialı girmişti. Spektaküler transferler yapılmıştı. Sevimli bir logoyla, kulübün "centilmen" kimliğini öne çıkartan, bir tanıtım kampanyası yürütülüyordu. İlk maçlarında seyirci sayısı beş haneli rakamlara vurdu, sonra takım bir marifet gösteremeyince derhal azaldı. Benim ilgim biraz daha arttı…

Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi halinde bir "güzideler" camiası...

Gençlerbirliği seyircisini de, en azından kalearkasında, münevverler ve "ibne" demeye dilleri varmayan kibarlar teşkil ediyor değildi; ama bir biçimde daha efendi, daha dengeli, daha âkil adamlardı. En azından kulübün övündükleri geleneği icabı öyleydiler, "tribün liderlerince" öyle olmaya teşvik ediliyorlardı.

Bir de sayıları pek azdı - ve emin olun başlıbaşına sempati uyandırıcıydı bu! Ne uzayıp ne kısalan ama kıt imkânlarla, düşük maliyetli ve hiç de üstün kapasiteli olmayan bir kadroyla inatla 1. ligde varolan gelenekli bir takım ve onun bir avuç seyircisi... Bu romantizm hoşuma gitti. (Liverpool'a naziremiz, şu Kiplinggil epos'tur: "You will always walk alone!" - "Daima yalnız yürüyeceksin!") Gençlerbirliği maçlarına gitmeyi sıklaştırdım. Bağırıp çağırmıyordum ama Gençlerbirliği için gerilmeye başlamıştım, gol atınca alkışlıyor, gol yiyince yumruğumu dizime vuruyordum. 1990'ların ortalarına doğru, takım İstanbul'un "büyüklerine" karşı, özellikle de Fener'e ve Beşiktaş'a karşı dişini göstermeye başladı; hâlâ-Galatasaraylı olarak bu durumu kıvançla karşılamaktaydım tabii. 1990/91'de şampiyon Beşiktaş'a tek mağlubiyetini tattırmış, İstanbul'da da yenilmemişlerdi. Gençlerbirliği'ni "ikinci takımım" ilan ettim. 1992 Şubatında Cumhuriyet-Dergi'ye Ankara derbisini ve Gençlerbirliği'nin kıymet-i harbiyesini anlatan bir yazı yazdım. Kulüp yöneticilerinden, ne cefakâr olduğunu sonradan öğreneceğim Hayri Güler telefonla bulup tebrik etti, hoş hoş kızardım, pek mesut oldum!

Gençlerbirliği maçlarına gitmeyi iyice sıklaştırdım. 1992, 1993. Artık "bas ulan topa 3 numara!" diye bağıranlara ters ters bakıp "3 numara İslâm" diyor (ki İslâm gerçekten nafile bir oyuncuydu!), hoca PAF takımından yetişen Cafer'i oyuna soksun da kabiliyet görelim diye delleniyor, talihsiz solaçık Sarı Murat'ın sakatlığına akrabam gibi üzülüyor, Kemalettin'in, Ergün'ün gelişmesini gururla izliyordum. Bağırmaya da başladıydım. 3-3'lük bir Ankaragücü kapışmasında, 2-2'lik bir Fener müsabakasında maç boyu bağırdığımı ve çok bağırdığımı iyi hatırlıyorum. Solbekimiz Metin Altınay'ın (kamuoyunda Havva Kopan'la olan birlikteliğiyle bilinir) 90. dakika golüyle Trabzonspor'u 2-1 yendiğimizde ise, hevese gelmiştim, ilk defa elimde bir Gençlerbirliği donanımı vardı: Kırmızı-siyah bir bayrak. O yıllarda Gençlerbirliği, sadece romantik "varlığıyla" değil, sahadaki performansıyla, oyun oynama iştahıyla da hoşuma gitmeye başlamıştı. Savunmada iyi alan kaplama disiplini ve az adamlı hızlı atak oyunu yavaş yavaş takımın karakteri oluyordu - güzeldi. Birkaç yıl içinde, defanstan topu oyuna ayağa oynayarak sokma terbiyesi de oturacak, daha bile güzel olacaktı!

Kopuşum, 1992/93 ve 1993/94 sezonlarında gerçekleşti. Gençlerbirliği gönlümdeki "ikinci takımım" tahtından "tuttuğum iki takımdan biri" tahtına geçti önce... sonra da tek kaldı.

1992/93'te Ankara'daki maçların çoğuna gittim. İlk hafta Gençler-Galatasaray maçında Galatasaray tribünündeydim. Kalearkasındaki Gençler seyircisine "yumruk şov" yapmaya koşan Cafer'in yaş zeminde ayağı kayıp popo üstü düşünce bütün Galatasaray tribünü kahkahayı basmıştı da utandıydım, azıcık canım sıkıldıydı. Yıllar sonra genç tribün ahbaplarımdan biriyle konuşurken anlatmıştı: O da o gün Galatasaray tribünündeymiş ve Cafer'in düşmesiyle alay edilince içine dokunmuş, durup düşünmüş, yarı-Gençlerliliken tam-Gençlerlilik yoluna girmiş o saat. Hikmet!...

Ertesi sezon, çığır açan Afrikalı transferleri Mosheou ve Kona'yla Gençlerbirliği, çok neşeli, seyir zevki veren bir oynuyordu. Karabükspor'u 6-1 yendiği bir maç sırasında arkalardan bir adamcağız "Galatasaraylıyım, şu takımın verdiği zevki Galatasaray bana vermedi bunca yıldır!" diye ünlemişti de, gözlerim parlamıştı, "ruhumdan konuştun!" demiştim içimden. Ankara'da hiç maç kaçırmadım ve artık âyan beyan iki-takımlıydım. İstanbul'daki 4-1'lik Galatasaray-Gençlerbirliği maçını televizyondan izledim; sevinemedim, hissizleşmiş gibiydim. O leylâ vaziyetimde Galatasaraylı arkadaşlarım telefon ettiler, "bu muymuş Gençlerbirliği!" diye dalga geçtiler. Bilendim, "görürsünüz siz!" diye geçti içimden.

Çok önemli: Yalnız da değildim artık. İki sene önce, "beraber gidelim" diyerek futbol delisi bir arkadaşımın ayağını alıştırmıştım Gençler maçlarına. O sezon, 1993/94'te iki has arkadaşım daha katıldı bize, giderek 5-6 kişilik bir halka daha eklendi, tezahürattan da geri kalmayan bir grupçuk olduk tribünde. Tasasız yürütegeldiğimiz futbol sohbetleri, "takımın durumu"yla ilgili gamlı istişarelere dönüştü. Gençlerbirliği bir boş vakit meşgalesi, bir gönül eğleme vesilesi değildi artık benim için, bizim için - ciddi bir şeydi!

Bu arada Galatasaray'ı bırakmış değildim daha. Ama Feldkamplı sezonun üstüne Hollmannlı sezon, bir sasılık veriyordu doğrusu. Daha önemlisi, Avrupa başarılarının yol açtığı böbürlenmeye ve milliyetçi hezeyana sinir oluyordum. Galatasaray, "Pride of Turks", bir millî takım ikamesine dönüşmekteydi. Gençlerbirliği tribününde geçen yıllarımda, "büyükler" denen takımların oligarşik konumuna iyice gözüm açılmış, "sair" takımları figüran olarak gören o zihniyetten sıtkım sıyrılmıştı ve şimdi Galatasaray o zihniyetin şahikasını temsil ediyordu. Ama bu soğumadan da önemlisi, Gençlerbirliği'ne artık çok alışmış olmam, onunla yaşıyor olmamdı. Galatasaray bir medya olayıydı artık benim için - Gençlerbirliği ise gözümün gönlümün önündeydi.

1993/94 sezonunun sonlarına doğru, şampiyonluğa giden Galatasaray Ankara'da Gençler'le oynayacaktı. Arkadaşlarım Gençler tribününe gittiler; ben, hâlâ çift-takımlı biri olarak, gergin, kişiliğim yarılmış, serbest kart tribününde yerimi aldım. Gençlerbirliği Galatasaray'ı 2-1 yendi, şampiyonluğunu zora soktu. Fenerbahçe'ye şampiyonluk umudu doğmuştu ama o kadar korkunç üzülmediğimi farketttim. Gençler'in galibiyetiyle gurur duyduğumu farkettim. "Tarafsız" tribünde sağdan soldan kulağıma çalınan, Gençler'in "durup dururken" (ve ne hakla!?) kazanmasını Fener'e uşaklık ya da Galatasaray düşmanlığına bağlayan yorumlardan tiksindim. Galatasaray kaptanı Bülent'in bizim genç çocukları itip kakmasından, yan hakeme dayılanmasından hicap duydum. Farkettim ki hepten kopmuşum, Gençlerbirliği'nden başkasında gözüm yok. Kale arkasındaki arkadaşlarımın usul usul dalga geçmesine aldırmadım. Galatasaraylı arkadaşımı arayıp "nasılmış!" diyebilme mutluluğuna nail oldum. (Belirteyim: Bu bir istisnaydı. Gençlerbirliği taraftarı prensip olarak kimseyi aramaz - başkaları onu ararlar. Rakiplerine diş bileyen Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe taraftarları yurdun dört bir yanından telefona sarılarak, Beşiktaş'ı, Galatasaray'ı ya da galip ihtimalle Fenerbahçe'yi yendiğimiz için bizi kutlarlar.)

Bu hissiyatımın sağlamasını son bir kez daha, ertesi sezonun ilk haftasında, İstanbul'daki Galatasaray-Gençler maçını televizyonda izlerken yaptım. Galatasaray son dakikalarda -buram buram ofsayt kokan- iki Tugay golüyle kazandı; bunun bende yol açtığı duygu sadece asabiyetti. Galatasaray'la ilişik kestiğimi cümle âleme duyurdum, İstanbul'daki arkadaşlarıma fax çektim. Ligin ikinci yarısının ilk haftasındaki rövanşta, halâs olmuş bir ruhla, "Bastır Gençler bastır Gençler Cimbom'a da...!" diye bağırıyordum. Nitekim 3-1... Zaten o seneki Gençlerbirliği büyük bir haz kaynağı, tribündeki arkadaş grubumuz da çocuklar gibi şendi! 1999/2000 sezonunda da 5. olduk, ama o seneki 5.'likten aldığımız zevki bir daha alamadık. O "özel" takımı hâlâ hülyalı hülyalı anıyoruz: Hasan- Taner, Rahim, Erkut - Osman, Engin, Mosheou, Kushe, Erkan- Kona, Tarık.

O saltanatlı yılın ardından, takımın sıradanlaştığı sezonlar geldi. Oligarşik bir takımla oynadığımızda, hele hele Fenerbahçe çıkageldiğinde takım yine azıyor, bir şahsiyet gösteriyordu. Ama sair maçlar çok defa kasavet yüklüydü. Geleneksel bir "küçük takım" avuncuyla teselli buluyorduk: Bütün büyük takımlarda, bizim yetiştirip sattığımız oyuncular vardı: Kemalettin, Ergün, sonra Tarık, Mosheou, sonra Rahim, Ali Eren... Bu avunç ve övünce dünyanın bütün takımlarından daha fazla bizim hakkımız vardı hakikaten: Çok iyi oyuncu keşfediyor, yetiştiriyor, iyi paralarla iddialı takımlara satıyorduk. Çok iyi oyuncu satıyorduk! İddiamız buydu. Karşılığında? Kulübün kasası doluydu, tesisler yükseliyordu. Onun dışında, ne uzayıp ne kısalmaya azmetmiş gibiydik.

Taraftarı kemale erdiren, trajedilerdir. Şampiyonluklarda, zaferlerde, galibiyetlerde taraftarlığın nimeti vardır. Külfet: Mağlubiyetler, rezaletler, küme düşme endişesi, belki bunlardan da kötüsü ne uzayıp ne kısalmanın ehemmiyetsizliği, manâsızlığıdır. Ufunetini takımın ve hayatın ve eş-dostun üstüne boca etmeden bunlarla başetmeyi öğrenmek, hiçbir iddiası olmayan maçlara duygusal yatırımlar yapabilmek, olgunlaştırıcıdır. Ruhu terbiye eder.
Umut içinde bir oyuncunun yetişmesini, hayal kırıklığı içinde yetenekli bir oyuncunun vasatlaşmasını, sinir içinde bir kifayetsizin yıllarca kadroda tutuluşunu izleye izleye kâmil taraftar olursunuz. 1997-98 arasındaki o sefil sezonlar, müthiş olgunlaştırıcıydı. 1980'lerin sonundan 1990'ların başına uzanan süreçte de aynı sıkıntı vardı gerçi - ama 1997-98'de acı çok daha büyüktü: Çünkü şimdi yarım değil tam taraftardım, çünkü artık cefayı bir küçük cemaatle paylaşıyor, içimizi ince ince kıyıyorduk... çünkü artık bu takımın "başka bir şey" olma potansiyeli vardı ve bu potansiyeli gerçekleştiremeyip 10 yıl öncesinin ehemmiyetsizliğine rücu etmesi trajedinin ta kendisiydi.

Bu kasavetli sezonlarda, sahada kendimizi hemdert hissettiğimiz -hissetmek istediğimiz- bir oyuncu vardı: Erkan Sözeri. Takıma abilik yapan bir emektar daha vardı, kaptan Metin Diyadin - fakat Erkan'ın yeri başka. Onun ciddiyetine, oyun aklına, futbolunu yıldan yıla geliştirmesine kurban oluyorduk. Takımın şahsiyetini, oyun iştahını, direncini, "başka türlü bir şey olma" potansiyelini temsil ediyordu gözümüzde. Trabzonspor'u Avni Aker'de 5-4 yendiğimiz rüya maçtan dönüşte onunla yediğimiz öğle yemeği, güzel bir hatıramızdır.

1998/99'daki müthiş çıkışımızın (Ali Sami Yen'deki 2-0'ın krallığı bir ay sürdü, bir ay!) arkasından gelen zelilâne pörsüme; 1999/2000'deki serseme çevirip hislerimizi öldüren grafik (çıkış-iniş-çıkış-Galatasaray karşısında 6-0'lık hezimet-tekrar çıkış-5.'lik), ulaştığımız olgunluğu pekiştirdi. "Yeni binyılda" kulüp tesisleşme hamlesini bitirip "iddialı olma", şampiyonluk hedefleme aşamasına geldiğini ilan etti ama bunun gereklerinden henüz uzağız.

Ne olur? Pekâlâ yukarılara tutunabiliriz orta vâdede. Ehemmiyetsizleşmeyi çok daha trajik bir şekilde de yaşayabiliriz. Hepsi olabilir. Takımımdan herşeyi bekliyorum ve hep orada olacağım.

Neşemizi artıran bir gelişme: 1998/99'daki toparlanma sezonunda Taraftarlar Derneği ile kulüp de birbirlerine ısındılar. Kulüp "taraftar kazanma" meselesini biraz daha önemsemeye başladı, kalearkasındaki çelik çekirdeğin azmi yükseldi. Küçük grubumuzla, tekrar kalearkasına taşındık. Sıkıntıyı uzlet içinde yaşamaktan kurtulduk hiç değilse, üzülsek de daha kalabalık içinde üzülüyoruz. Bunca yıllık aşinâlığımız ahbaplığa dönüştü; özellikle güngörmüş tribün önderlerimiz Hamdi ve Zeki abilere "merhaba" deyip ayaküstü lâflamadan yerimizi almıyoruz. Onların -bazen başka tribünlerin taklitçiliğine özenen- yeni nesillere Gençlerbirliği asaleti telkin etme gayretleri her türlü takdiri üzerindedir.

1998 senesinin kuru-soğuk bir kış günü, tribündeki grupçuğumuzun çekirdeğine 1997'de katılmış bulunan bir kıymetli arkadaşımın vasıtasıyla, kıdemli Genel Kaptan Zeki Ünaldı'nın Şaşmaz Oto Sanayiideki mekânına gittim ve Gençlerbirliği'ne üye yazıldım. 2999 numaralı kulüp üyesiyim. Beş arkadaşım daha kulübe üye oldular; ikisine aracılık ederek, tebliğ yapma vazifemi yerine getirmenin huzurunu yaşadım.

Memleketimiz tribünlerinin yıllardır unutmadığı bir sempatik slogan var: "Sen şampiyon olmasan da...kupaları almasan da... seviyoruz işte... var mı diyeceğin!" Ne yazık ki pek az zaman can-ı gönülden söylenen bu slogan, sanki bizim nâdan kulübümüz için yaratılmış gibi. Evet, taraftarlık karşılıksız, akıldışı, bazen saçma bir bağlılık, bir tutkudur. Fakat bunca karşılıksız, bunca akıldışı, bunca tenha olanını zor bulursunuz! Gençlerbirliği size bir cazibe sunmaz, çığırtkanlık yapmaz - emekle seveceksiniz. Bu küçük mezhebe dahil olduktan sonra gelen, asla bir mazhoizmle açıklanamayacak o neşeyi, o heyecanı bilemezsiniz! Gençlerbirlikli olmak hakikaten de bir ayrıcalıktır! Sen-ben-bizimoğlanlık tribünümüzün bu sene denediği, takımımızın az sayıdaki özgün tezahüratının çoğu gibi naif bir slogan var: "Yaşama sevincim Gençlerbirliğim..." Aynen öyle işte!

Tanıl Bora’nın Takımdan Ayrı Düz Koşu kitabındaki makalesinin (s. 239-253) geniş bir özetidir.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Gençlerbirliği Bir İsyandır

Hayatın yaşama damga vurduğu gelenekler vardır. Sevgide, hüzünde, hünerde, kimi zaman da isyanda dillenir. Gençlerbirliği bir İsyandır.

22 Mayıs 1974 tarihli Hayat Spor dergisinin ikinci sayfasında o zaman 2. ligde mücadele eden Gençlerbirliği ile ilgili bir haber dikkati çekmekte. Liglerin sonunun yaklaştığı günler, “Gençlerbirliği’nin futbolcularını Balıkesir’de siyah kurdelelerle görenler daha sonra futbolcuların antrenör ve yöneticileri soyunma odalarına sokmadıklarını öğrenince iyice meraklanırlar. Ankara’nın kırmızı-siyah ekibi günlerdir bir protestonun içindedir. Futbolcular toplu olarak verilmeyen maaş, prim ve transfer alacaklarını ileri sürerek bundan böyle sahaya çıkmayacaklarını söylüyorlardı. Yönetim Kurulu futbolculara Balıkesir deplasmanı için tren biletlerini göndermiş, ancak futbolcular bunu da kabul etmeyerek kendi ceplerinden aldıkları biletler ile Balıkesir’e gitmişler, aralarında takım tertibini yapmış daha sonra da göğüslerine taktıkları siyah kurdelelerle sahaya çıkıp oynamışlardır.” Gençlerbirliği Bir İsyandır.

14 Mart 1923’ten önceki kuruluş sürecinde, Ankara Sultanisi beden eğitimi hocası Ekrem Bey’in takıma almadığı çocuklar, kırmızı-siyah gelincikler misali kurdukları takımla, o tarihsel geleneğe hayat vermişlerdir. Gençlerbirliği Bir İsyandır.

Kulüp, başını sokacak bir çatı edinemediği, o pasajdan bu pasaja sürüklenip antrenman sahası dahi bulamadığı günlerde, kazandığı kupa ve başarıları ile yokluğa, yoksulluğa karşı geleneğinden nefes almıştır. Gençlerbirliği Bir İsyandır.

Düştüğü ikinci ligden, seneler sonra dönüp, bir avuç taraftarının desteği ile yokluklar içinden, borçsuz ve mali yönden kuvvetli bir kulübe dönüşecektir. Uzun yıllar sonra Türkiye Kupalarını müzesine götürecek kadar ruhunu ve geçmişin verdiği mirası geleceğe taşıyacak kadar “ben varım, gelip geçici değilim” mesajını rakiplerine verecek kadar güçlü, inatçı ve bir o kadar da inançlıdır. 85 yıllık bir isyandır Gençlerbirliği.

Gençlerbirliği, tarihsel geleneğinin ve isyan ruhunun vücut verdiği kırmızı-siyah formasına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde layık olduğu yerde olamamanın verdiği tahammülsüzlüğü üstünden atabilecek kadar asi ve büyüktür. O büyüklüğü meydana getiren unsurlar kendi geleneğinin içinde ruhunu kaybetmiş kişileri en yakın zamanda ya kendi asi ruhuna çekecek ya da yerlerine kendi ruhunu temsil edecek kişileri getirecektir.

Çünkü Gençlerbirliği Bir İsyanın adıdır.
Yazan:N.Ogün Abacı
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

DOĞUM TARİHİ CUMHURİYET İLE YAŞIT CUMHURİYET'İN TAKIMI GENÇLERBİRLİĞİNDEN SONRA GELELİM NEDEN ANADOLU'YA

Neden Anadolu

Bugün Amerika’da sömürdüğü ülkelerde aynı şeyi yapıyor önce karıştır insanları birbirine düşür onlar birbirleriyle uğraşırken Amerikalılar da ganimeti taşımaktadırlar yani dünyada sistem her yerde aynı değişmez sömürünün tek şekli budur,Bugün bu sistemi Ülkemizin en sevilen futbol oyununa yansıttığımızda aynı şeyi İstanbul'un üçüzleri borazancıbaşı medyasıyla tetikçisi ve de maşası federasyonuyla çok sıkıştığında da ülkenin resmi kurumlarıyla aynı şekli Anadolu takımlarına uygulamaktadır bugün bizler ya birbirimizle uğraşıp birbirimize düşman olup bu bizans oyununa geleceğiz hep birlikte kaybedeceğiz ya da bu oyuna karşı birlik olacağız hep birlikte kazanacağız,birbirimizle uğraşmamızın hiç birimize faydası olmaz ama doğruları savunup birlik olursak işte o zaman,nedenmi

Bugün başarılı olan ülkelere ve de ülkeler arası başarılarının nedenleri nedir diye bakacak olursak gelişmiş ülkeleri ve başarılarını hep takdir ederiz. acaba biz neden böyle değiliz diye dövünüp dururuz hiç kimse ne medya ne de bu pastayı gotürenler diğerlerini düşünmez yukarıdakiler aşağıdakileri veya tabanı bilinçlendirmezler çünkü bu durum çıkarlarına hemde işlerine ters gelir insanın doğasında bu vardır. paylaşmayı sevmezler bu sebeplede uyuyan devi niye uyandırsınlar menfaetlerinden olsunlar bir ara TV kanal D akşam haberlerinden sonra spor haberlerine başlarken koca bir ülkeye yayın yapıyor olmasına rağmen istanbulun dışındaki şehirleri enayi yerine koyarak 3 büyüklerden spor haberi diye başlıyordu veya takımınızın üçüzlerle oynadığı maçı canlı yayında izliyorsunuz TV'de spikerin sizin golü attığınız an ile golü yediğiniz andaki ses tonuna dikkat edin veya üçüzlerin golü attığında ekranda bakıyorsunuz ekrana bir yazı "iyiler her zaman kazanır",mesala Tüm ülkeye yayın yapan gazetelerin spor sayfalarını ise okuduğunuz da sayfalar 3 takım arasında paylaştırılmış bu durum da şehrinizin dışına çıktığınız da yabancı bir ülkeye gitmiş gibi takımınızla irtibatı tamamen koptuğunu görürsünüz ülkeyi değil çıkarlarını düşünen bu medyadan bir şeyler beklemek ya bilinçsizlik ya da bahanedir,İşte çocukluğunuzdan itibaren beyinlerinize bu şekilde pompalanıyor yanlışlar haksızca adaletsiz bir biçimde.

Bugün Barcelona_Cadase / Manchester_Blackborne veya Milan ülkesinde deplasma,na gittiğin de acaba orada ne kadar taraftarı var hepimizde biliyoruz bir hiç,bunda ne var diyeceksiniz rekabetin,yarışmanın,mücadelenin olmadığı yerde ülke başarısı hiç olmaz,maelesef sadece bizim ülkemizde Futbolumuz ve taraftarlık bir şehrin içine kilitlenmiş bir durumda.

2007/2008 sezonun ilk yarı maçlarının oyanandığı bir hafta yaşanan örnek her zaman tekerrür etmiştir mesala Kayserispor,Sivasspor aynı hafta iki ist.takımını yendiler medyalarıyla birlikte haftalarca eleştirdikleri sindirdikleri hakemleri maçtan sonra yine topa tutarak nasıl yenildikleri değerlendirilip duruldu,birazda rakibinize saygı duysanızda Anadolu takımlarının o maçta ne kadar iyi oynayıp başarılı bir şekilde yendiğinden bahsetseler Allah rızası için.

Futbolu ve de taraftarlığı bir şehrin içine kilitlenmiş bir ülkeden bir şeyler beklemek malta veya forea adaların dan beklemek gibi bir şey. işin başka bir boyutu daha var Acaba Brezilya nın yurt dışın da kaç futbolcusu oynuyor 5 binlerden bahsediliyor bizim ise 5 i geçmiyor fiziki yapısı spora bu kadar yatkın bir ulusun durumu niye böyle

Ümit milli futbolcularımızın yaşları ilerlediğin de A millli de olmaları gerekirken niye kayboluyorlar diyorlar,çok genç yaşta zamanından önce üçüzlere transfer olursa,senede 30 transfer hatta milyon dolarla gelen yabancıların yedeği olunca onlar da mecburen İstanbul gece alemine dağılmamış olsalar kesinlikle kaybolmazlar,amaç zarar vermek dimi bir futbolcuya veya hocaya gereğinden fazla hak etmediği parayı vererek haksız rekabeti sağlayarak yurt dışına saolsunlar iyi döviz çıkışını sağlıyorlar yada burda yeni parlayan bir futbolcumuzun veya hocanızın aklını hemen çelerler sizin küme düşmeniz veya şampiyonluk iddianız varmış yok ülke futbolu geriye gidiyormuş onlar için çok önemlimi.

Futbolcuyu,hocayı bırakın bu ülkede yatırımın ağırlığından tutun çalışmaya gidenine kadar insanlar hep oraya koşuyor sonuç ortada gelişmiş ülkeler gibi 100 yıllık projelerimizde yok Allah göstermesin devamlı orada ileriye dönük depremden de bahsediliyor acaba japonlar gibi şimdiden önlemimizi aldıkmı.

Avrupa ya baktığımızda İkinci ligden çıkan bir takımın ülkesinin üst liginde şampiyon olma şansı var. Ama şampiyonu belli olan başka bir ülke varmı? Acaba ülkemizde 10 tane takımımız şampiyonluğa oynasa bu çocuklar kaybolurmu son 50 yıla bakacak olursak 4. üncü bir takımın şampiyon olma şansı yok denecek kadar az. İstanbulda yerleşmiş veya orada ikamet eden birisinin bu takımlardan birini tutmasından doğal bir şey yoktur saygı duyuyorum. Ama bu takımlar dan biri anadoluya gittiğinde adam memleketini bırakıp karşı türübüne geçip şehrine küfür ediyor. Bugün o kadar nüfusca durumları iyi olan illerimiz dururken hakmı iki ilden 9 takımın olması bu gidişle seneye dahada artacak gibi gözüküyor yanlışlar,her zaman doğruları söyleyip yanlışlara karşı neler yaparızı konuşacağımıza,genel sorunlarımızı görmezden gelip kişisel çıkarlarımızı düşünmekle kendimizi avutuyoruz.

Bu ülkede sporda da sistemli birlik içerisinde ve de bilinçlenme olmadığı sürece spor ve başka alanlar dahil daha bizi bu Avrupada çok tokatlarlar bizi böyle boynu bükük gönderirler,daha çok yakında yaşadık örnekleri sürekli de yaşıyoruz.

Avrupada en basiti bir tenis turnuvasında dahi ortaya konan ödülde şanslar her iki taraftan kim kazanırsa kazansın eşit burda ise tam tersi şampiyonluğu kaybetse bile pastayı alan belli yani avrupada şahsa,kişiye,takıma göre değil başarıya göre kim kazanırsa ona veriliyor. Yalnız bizim gibi geri kalmış üçüncü dünya ülkelerinde durum tabiki biraz farklı kim güçlüyse kimin arkasında Federasyon, Mafya, Hükümet, Boranzancıbaşı medya varsa o kazanıyor ve parsayı alıp gotürüyor,buradaki garip durum olayın başında diyorlarki ey anadolu takımı sen şampiyon olsan dahi sana ödül yok,para yok varmı böyle bi şey Allah Allah bir turnuvaya katılıyorum daha olayın başında kaybediyorum rekabeti ortadan kaldırarak aslında ben değil ülkem kaybediyor burda biz yine siyasette amerikanın piyonu olduğumuz gibi futbolda da üçüzlerin piyonu durumuna düştük hiç önemli değil savunduğumuzun sonuna kadar arkasındayız,yıllardır daha sezonun başında üçünden biri kazanıyor varmı dünyada böyle bir şey adam daha sezon başlamadan böylece şampiyonluğunu ilan etmiş olmuyormu ,yani anadolu takımları bu gün şampiyon olsa dahi sezon öncesi periyodik olarak belirlenmiş üç istanbul takımının aldığı şampiyon dilimini alamayacaklar'dır,şampiyon olmasının hiç bir önemide kalmamaktadır,zaten olabilme ihtimalleri tamamen ortadan kaldırılmıştır sonuca gelelim 50 yıldır o şehrin içinden çıkıyor şampiyon ali cengiz oyunlarıyla iyi saygı duyuyoruz sonuç ne türk futbolunun geldiği nokta nedir.

Ben sıkıldım neden avrupanın tokadını yemekten bıktım sen bizi tokatlarken iyi bu dünyada ne ekersen onu biçersin daha öğrenemedinizmi,her sene 50 trilyon harcayan sizsiniz bir futbolcuya 28 trilyon veren sizsiniz bu ülke futbolunun suçluları ortada bu devlet bunlara arsa verir,dükkan verir,vergisini affeder,bunların başkanlarına büyük ihaleler verir,bilet fiyatları elli milyonsa bilet üzerinde bir milyon göstererek teberrulu bilet sattırır daha ne istiyorsunuz daha niye beğenmiyorsunuz,sıkılıyorsunuz bilmiyorum bu ülkede parasızlıktan bir çok 1 lig anadolu takımlarının bir çoğu şimdi alt kümelerde oynamıyormu sizin oynadığınız yıllarda maalesef kurtardılar ist. takımlarının bir alt kümeye inmesini engellediler özelliğiniz ne ülkemizin çıkarları için bu safhaları atlatacağız bundanda kendi irademizle kimsenin etkisinde kalmadan zamanında kaldıysak da bundan sonra zararın neresinden dönersek kardır sözünden davranarak hareket edeceğimize, çocukluğumuzda ya şu beni aşılamıştı,şu beni dürtmüştü demeden doğruyu sadece doğruyu savunacağımıza eminim.

Ben kimseye hiç bir takımın reklamını yapmıyorum anadoluda doğrusuda o kendi memleketinizin takımınıda tutabilirsiniz avrupada olduğu gibi , burda bide çarpıklık var biz ulusca yönlendiriliyoruz,illa üçüzlerden birini tutmak zorunda değilizki,tabular yıkılmak içindir ülke futbolunda başarıda o zaman gelir futboldan bıkmaz vede tam tersi keyif alırız. İspanyada geçen dönemde gördük real madrit deplasmanda kupa maçında bir üçüncü lig takımıyla 1-1 berabere kaldığında orda taraftarı varmıydı ve o üçüncü lig takımı ve seyircisi o maçta nasıl haz aldı gördük,aynı ülkenin takımları şampiyonlar liginde final oynamadımı,İspanyanın iki kulübü UEFA'da final oynamadımı dostlar,bizlerde görürüz inşallah finalde iki takımımızı.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Burada anlatmak istediğimiz başka taraflara çekildiğinden netçe anlaşılması için bizim ne İstanbul şehriyle ne orada yaşayan insanlarla ne de oradaki diğer takımlarımızla bir sorunumuz da yok onlara sözümüz de yok,bu yazdıklarımız bazılarının işine gelmeyince işi siyasete vs vs başka bahanelere falan çarpıtabiliyorlar,buradaki bizans tabirimiz ise(hile,entrika) anlamında kullandığımız bir tabir bunun da o güzel şehrimizle ilgisi yok,buralardaki kelime oyunlarıyla ilgilenileceğine işin diğer yönüne bakarsanız konu netleşir,bizans tabirine ben bir örnek verebilirim bu sezon son maçına gelininceye kadar şampiyonlar ligine katılmasına kesin gibi bakılan Sivasspora ne olduysa son hafta bir anda bırak şampiyonlar ligini uefa’ya bile gidemediler inter toto’ya mecburen razı oldular,o haftaya kadar lig maçlarının büyük çoğunluğunu bu sezon 1-0 galibeyet galibiyetle alan gol kısırlığı çeken galibiyet almakta taraftarını uyuz eden bir takım son hafta ne hikmetse 5 attı,son maç öncesi konuşulanlarla maç sonrası gelinen durum çok farklı oldu.

Bir başka örnek:29’uncu hafta birinizin Kayseri ile diğerinizin gençlerle oynadığı hafta sizlere ekstra 3 puan verilerek Sivasla aranızın açılmasına sebep olundu,çıkıp da böyle puanlara ihtiyacımız yok diyebildinizmi,diyemezsiniz çünkü her sezon ortası farklı sezon sonu farklı oynanan tekerrür eden oyun bu,naptınız sadece sesiniz kısıldı o ara.

Amacımız Futbol'da gelişmiş ülkelerde olduğu gibi taraftarlığın ve futbolumuzun genele yayılıp rekabet ortamının oluşması ve bu sayede Ülke futbolunda gelişme sağlanmasıdır bunun içinde futbolumuzun ve taraftarlığın üçüzlerin tekelinden kurtulması bizim davamız ve Anadolu sevdamızın özü bu iyice bilineki karışıklığa sebep olmasın,başka taraflara da çekilmesin,esen kalın
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Bu ülkede adam olmak zor.Daha zoru da adam gibi kalmak.Ama adamın var ise her şey kolay,çünkü kriterin olmadığı yerde tek şey güç.O nedenle gücü eline geçiren her istediğini yapmakta serbesttir.Bu sadece futbolumuz için değil,bu bir ülke gerçeğidir.
Sistemin tüm unsurlarıyla düzgün işlediği durumda kurtarıcıya gerek yok duyulmaz da çünkü kahraman sistemin ta kendisidir oralarda krallara,imraratorlara pek gerek duyulmaz.

Bu takım Milletin takımı belli bir kesimin değil,belli bir şehrin de , bir futbolcuyu Aday kadroya seçerken de formayı hak edene vermelisiniz,işinizi adaletli yapacaksınız teknik taktik yerine yanlış gaz vermekle,prim vermekle de olmaz.
Geçen bir yerde okudum A.Milli takım’da Fatih Terimin yardımcısı Oğuz Çetin’in yıllar önce kendisiyle ilgili anlattığı anılarında 7 yıl Sakaryaspor formasını giydim bir kere A.Milli takıma çağrılmadım.Fenerbahçe’ye transfer olduğum sezon daha resmi maç oynamadan hazırlık kampında A.Milli takıma çağrıldım,demek ki değişen bir şey yok,o zaman’dan bu zamana hiçbir şey değişmemiş.
Daha geçtiğimiz sezonlar da Rizespor’dan Beşiktaş’a gelen Koray Avcı’da geçen sezon Gençlerbirliği’inden Fenerbahçe’ye gelen Gökhan Gönül’de takımlarını değiştirmelerinin akabinde anında A.Milli takıma seçilmemişlermiydi.
İlerlemiş yaşıyla GS’de kadroya giremeyen ama A.Milli kadroya çağırılan Ergün Pembe bu sezon Gaziantep’de oynadığı için mi alınmıyor,sezonun ilk yarısında GS’de dahi kadroya dahi alınmayan ve de tutulmayıp,beğenilmediği halde kulübüne baskı yaparak bu adam bana lazım Sabri yi oynatın diyorsun aynı düşünceyi Kayserispor’da oynatılmayan Gökhan Ünal için neden düşünmüyorsun.
Mehmet Topuz ve Mehmet Yıldız daha ne yapsın? Biri takımına Türkiye kupasını kazandıran en önemli isimlerden biri,diğeride üçüzlerle şampiyonluk mücadelesinde en büyük katkıyı sağlıyarak takımının başa baş puanlara gelmesine sebep olan Sivasspor’un lokomotifi,bu çocukları bizans kabul etmese de onlar Türkiye’nin gönüllerinde vardılar ve olmaya da devam edecekler.
Faruk Süren’in GS’de başkan olduğu dönemde en kızdığı kişilerden biri Fatih Terimdir sebebi ise çok paralar harcatıp başarısız olunca da kulübü bırakıp kaçmasıdır demişti Fatih Terim için ,birde GS’nin bugününe bakın zor gününde takımını şampiyon yapan alt yapıdan ismi sanı duyulmayan Cevat hoca,süper lig’de başarılı hocamı Çankırı belediyespor’dan gelip de Gençlerbirliği Oftaş’ı çalıştıran Osman Özdemir örneğin,daha bir de yanlışları da olsa sırf Fatih Terim için harcanan Ersun Yenal var.
Herkes ailesini geçindirmekle yükümlü olduğu bakmak için daha zor mücadeleler vererek özverilerde bulunarak çok düşük maaşlar karşılığı hırpalanıp ne eziyetler çekmiyor mu bu ülkede yurdumun insanları,ya sizler,sizleri diğer profesyonellerden farklı kılan nedir,bedavaya mı yapıyorsunuz,bu yüksek paraları,sahte milliyetçilik numaralarıyla o zaman neden almadan yapmıyorsunuz bu görevleri,Türk futbolu’nunun ekolünden bahsedenler,İstanbul’un dışına çıkıp Anadolumuzun diğer şehirlerinin koşullarına bir baksın,Alt liglerin koşullarına bir baksın.
Futbolcusu,Hocası,Eli kalem kalem tutan yazarı ve de Anadolu şehrinden çıkıp da sırf menfaetleri için bizans’a giden yöneticisi,Sizleri Anadolu yetiştirmedi mi o zaman Anadolu’muz da bu kadar insan sıkıntı çekerken,bırak eğitimini çocuğuna bir ekmek götürmenin sıkıntısını yaşarken bu devlet asgari ücretliden dahi vergi alırken sizlerden göstermelik alınan kayda değer bir şeyler alınmadığı,muaf tuttuğu halde sizler daha doymadınız mı doğduğunuz,yetiştiğiniz Anadolu ya ihanet ediyorsunuz.

Not:Bu yazıyı Euro-2008 Finallere gitmek üzere seçilen millitakımımız için yazmıştım görüldüğü gibi Finallere kadar yapılan maçlarda kadroya çağrılan Mehmet Topuz,Mehmet Yıldız,Giray Kaçar,Gökhan Ünal vs bu isimler ne hikmetse finallere gelinince elendiler bu arkadaşlarımız şayet üçüzlerden birine transfer olsalardı Gökhan Gönül gibi sakat da olsalar çağrılacakları kesindi,bu çocukların suçu sözleşmeleri bittiğinde takımlarını satmamalarıdır,üçüzlere gitmemeleridir.

Örnekliyelim:Gençlerbirliği’nde futbolcularamızdan Belçikalı Filip Deams’e avrupaya geri dönüş yapmayı düşündüğünde tesadüf konuşma fırsatı bulup sorduğumda çocuğunun olduğunu yetiştirme ile ilgili gitmesi gerektiğini burdaki güzel ayrıntı ise şuydu cevabının devamında ,kendisinin sezon sonu sözleşmesinin bittiğini o zaman giderse kulübünün para kazanamıyacağını ama kulübüm beni devre arasında M.Gladbach'a satarsa 500 bin dolar kazanacak şimdi gitmem daha iyi olur demişti.
Evet arkadaşlar bu insanlara ne diyoruz her neyse boş verin,Şimdi kendi ülkemize dönüp kendi futbolcularımızdan örnek verelim gerçi bu örneklerden ülkemizde çok,Bizde Uğur Boral sözleşmesi devam eden parasını aldığı sezonun ortasında kulübünden habersiz gidip fenere imza atmıştır o kulüpte bir başka kulübün topçusuna kulübüyle anlaşması devam ederken 6 ay öncesinden imza attırmıştır,futbolcumuz yarım sezon parasını aldığı halde bizde bu şekilde oynamıştır,eden bulur dünyası,sizce bu durum etik ise ne kadar faydalı olduğunu söylemeye gerek yok,sezon sonu geldiğinde de bedava elini kolunu sallıyarak gitmiştir,örnekleri çoğaltacak olursak GS'den Emre vs FB'den Tuncay vs örnekler çok olduğu gibi bu sistemde de çoğalacağı da kesin ayrıca taraftara parmak gösteren,iddia,baahis,şike yapan,askerlik için yurt dışına kaçan,sakat da olsa bunlar kadroya çağrılır,bu formayı herkes giymemeli,bu forma parayla,pulla değerlendirilemez bu forma bu ülkenin namusu şerefidir sen bu şekilde yanlış yapanları ödüllendir kadroya alınması gereken oyuncularmızı cezalandır yani bu adamlardan Milli takım futbolcusu olsa ne olur ki,daha çok prim almak,daha çok para kazanmak tek düşünceleri para başka bir amaçları düşünceleri olduğunu sanmıyorum bu şekilde başarı gelmez,insanların bu dünyda bir şerefi bir haysiyeti bir onuru olmalı,her şey para olmamalı,başka bir gerçek de insanlar paralandıkça daha iyi olacaklarına bizim ülkemizde daha çok dejenere olmakta daha çok bozulmaktalar,paranın ön plana çıktığı toplumumuzda maalesef toplumsal değerlerimizi,kültürümüzü iyice kaybetmeye başladık.

Hayatlarını doğru yönde kazanan haklıdır,Amaca giden her yolu meşru gören çarpık zihniyetle hayatın hiçbir alanında işiniz olmamalı”haksızlık yapmak haksızlığa uğramaktan daha acıdır”.gs'den kaleci aykutu alsaydı o bile yeterliydi final için.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Akıl akıl hakeme takıl!

13.11.2007

Futbolda yine yöneticiler oynamaya başladı. Özellikle daha çok şampiyonluğa oynayan takımlar, hakem yanlışları nedeniyle terör estiriyorlar. Diğer bir sorun, ‘yok milyonlarca dolar veya euro harcayarak getirdiğimiz futbolcular tekme yemekten futbol oynayamıyor’ gibi yakarmaların, acındırmaların futbolcu üstündeki olumsuz etki yarattığını göremeyen kişilerin sıfatı; yönetici olması. Futbol erkek oyunu. Yalnız yıldız futbolcu kimliğine sahip oyuncular değil, korunacaksa bütün mücadele eden oyuncuların korunması önemlidir.
Bu sezon çok bilmiş yorumcularla, yöneticiler dört büyük kulüp karşısındaki takımların, futbol oynamak için değil rakiplerini durdurmak için; oyun bozanlık yapıyor, sertliğe baş vuruyor ve puan alabilmek için her türlü eylemi uyguluyorlarmış... Bunun sonucunda da 70-80 milyon dolarlık takımlarımız haksızlığa uğruyormuş... Hakemler de buna müsaade ediyormuş. Siz, Avrupa’nın güçlü takımlarıyla ne tür bir sistemle oynuyor sunuz? Anadolu takımlarının size karşı olan mücadelelerini Avrupa’daki rakiplerinizle karşılaştırın, birebir aynı. Ama siz yöneticilerin bahanesi her zaman hazır. Ekonomik yönden ve kadro yapıları bakımından güçlü olduklarını, bu nedenle rekabetin zor olduğunu söylüyor musunuz, söylemiyor musunuz? Hiçbiriniz, örnek büyük kulüp yöneticisi olarak aynı Avrupa’da ağladığınız gibi Türkiye’deki ekonomik haksızlığın olduğunu, her sezon 50 ile 80 milyon dolar arasındaki bütçenizden ve neden gelir dağılımında eşit pay dağıtılmadığından söz etmiyorsunuz?
İşte; Anadolu takımlarının 6-7 milyon dolarlık bütçesi ile sizler arasındaki uçurum farkı sahadaki olumsuz mücadeleye de yansıyor.
Yerseniz... Önerim şudur; gelir dağılımındaki eşitliğe destek verin. O zaman eşit rekabetin kalite getirdiğini görüp, taraftarlarınıza daha hoş görünebilir ve futbolu gergin ortamdan kurtarabilirsiniz. Ağlamakla, sızlanmakla hedeflerinize ulaşamazsınız. Gerçeklerle yüzleşin.

Gökmen Özdenak gozdenak@fanatik.com.tr

Not :Tesadüf benim yazdığım yazıya yakın bir yazı gördüğümden burada sizlerle paylaşmak istedim burada benim için yazarın isimi veya yayının önemi yoktur sadece ilgilendiğim konu ile ilgili olmasındandır,teşekkürler.
En son Antis tarafından 12 Tem 2008, 18:40 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Yazılı,görsel basın ve de spor yazarları kamu görevi yaparlar. Eğitici ve öğretici vasıtadır,araçtır kitleleri aydınlatmaktır görevleri.Bunu yaparkende taraflı olamazlar ahlak yasasına,hukukuna aykırı hareket etmeleri suç teşkil etmektedir.Spor basını,yazarları,yorumcuları, kulüplerin Amigo yazarlığını değil kamunun elamanı olup tarafsız bir şekilde görevlerini yapmaları gerekmekte.

Balık baştan kokar diye boşa söylenmemiş devletin resmi kanalı TRT’nin iki sezon öncesi Levent Özçelik tarafından Pazar akşamları yapılan spor proğramında puan sıralamasına göre yukardan aşağıya ne takımlara ne renklerine ne de başka bir yönlerine bakılmaksızın eşit yorum ve pozisyon değerlendirmesi için özen gösteriliyordu.Daha sonra ne hikmetse bizde adettir iyi giden bir şeyi bozmak Levent Özçelik’ten sonra onun yerine,ben buna kasıtlı olarak diyeceğim getirilen Erdoğan Arıkan’ın ilk işi proğrama 4 takımın rengini temsil eden futbol topu koyarak art niyetli düşüncesiyle süper ligin Akşam haberinden sonra başlayan spor proğramında gece 12’ye kadar bu dört takımı değerlendikleri yetmiyormuş gibi birde gece 12 den sonra bu takımların tekrar özet görüntülerini vermeleri,kendi takımlarının yorumsuz,pozisyonsuz 2 dakikalık maç özetini seyretmek için uyumamaya çalışan insanları uyuttuktan sonra gece 1’de Anadolu takımlarının lehine olanı değil aleyhine olan pozisyon değerlendirmeleriyle kendilerince saolsunlar keyifli ve adaletli bir proğram yaptıklarını sananlara ne diyelim,Haksızca aleyhimize verilen penaltıları,Adaletsiz haksızca yönetilen maç ile ilgili değerlendirmelerden o kadar çok örnek var ki en yakın zamandan iki örnek verelim Fenerbahçe-Ankaraspor maçında hakemin gözü önünde Alex faulle yere düşürdüğü rakibini üstüne üstlük bir de kramponun burnuyla tekmeleyişi,Beşiktaş-Gençlerbirliği maçında Ali Tandoğan hakemin yanında saha içine girip taç atıyor pozisyonun devamı gol oluyor birde bu adamlar her hafta hakem hatalarından 7’şer maç kaybettik diye ağlıyorlar kazandıkları maçları nasıl kazandıklarını hiç söylemezler ama,Maç içerisinde yapılan hataları hakemin etkide kalma stresine ve korkusuna bağlamaya alıştırıldık tamam kabul.Akşam devletin kanalında spor proğramını izlerken en azından bir adaletli bir yayın beklemek hakkımız değilmi,özellikle Alex pozisyonunda insanlardan tepki gelmese orada hemencecik nasıl örtbas etmeye çalışarak art niyetliliklerini net bir şekilde ortaya koymalarını kamuoyu net bir şekilde izlemiştir.

Hata yapmak insanlık gereği herkesin hakkı ne varki Adalet beklemek başka,Adalet sağlamak ve bunu eşit dağıtmakla yükümlü olanların sebeb olduğu yanlışlar diğer şehirlerimizin,yerel takımlarımızın ve de taraftarlığının zarar görmesini sağlıyarak zayıflamasını sağlamakta bu birde TRT kanalıyla süper ligi iki proğram şeklinde ayırarak,bölerek kitlelerin beyinlerine bu şekilde pompalanıyorsa düşündürücü bu yazımda özel medyayı hiç göz önünde bulundurmadım bile TRT'nin Sivasspora bakışı ortada

NOT:Bu yazı sezonun ilk yarısı yazılmış eski yazı haksızlığa iki örnekte 29 hafta Gençlerbirliği ile Kayseri bu takımlarla o hafta oyanayan GS biri FB'dir o haftaki maçta 3 puanları gaspedilerek bu takımlarla Sivasın arasının açılması sağlanmıştır,son hafta da şampiyonlar ligine gideceğim derken UEFA' ya bile gidemeyen bir takım diğer tarafta ise sezon boyunca maçlarını 1-0 bile zor alan ama son maçını 5 gol atarak alan bir takım,yarım asırdır ligimizde değişen nedir sadece yurt dışında istisna,saman alevi geçici bir başarı kalıcı olan ülke içinde sistem vu kural dişı oynayan şampiyon olalımda nasıl olursak olalım zihniyetiyle rakip istemeyen futbolumuzu ve taraftarlığı bir şehrin hegomanyasına hapsetmiş rakipsiz,rekabetsiz,kalitesiz bir lig.
Antis
Mesajlar: 23
Kayıt: 05 Tem 2008, 15:00
Konum: Ankara

Mesaj gönderen Antis »

Neden Anadolu

Kendi yaşadığın şehri desteklemenin sana,şehrine ve en önemliside Ülkene fayda,zarar ve doğru,yanlış getirileri nelerdir,neden yerel takımları desteklemeliyiz. Kendi yaşadığın şehrin takımını desteklemenin faydalarından biri olan sosyal faaliyete değinerek sezon boyunca arkadaş gruplarıyla maç günü öncesi maç anı çok iyi bir eğlenceye dönüştürülerek günün çok iyi bir coşkuyla geçtiğidir,bu Avrupada da onun devamı İstanbulda da bu yönde bu şekilde iken neden bizlerde kendi şehrimizde tabiki bu güzelliği yaşamayalım uğraşımızın ana nedenlerinden biri o bıkmadan anlatacağız bunu insanlara. Bugün ülkemize,ailemize,çocuğumuza karşı nasıl sorumluluklarımız varsa yaşadığımız şehre,kente de vefa borcu sorumluluklarımız vardır her şehirde vakıflarıyla,derneğiyle şehrinin insanına şehircilik ruhunu bilincini aşılamaya çalışıyor ama olmuyor üçüzlerden biri şampiyon olduğunda şehrin altı üstüne geliyor ,Ersun Yanal döneminde Gençlerbirliği Avrupada başarılı olduğu yıl dışardaki bir maçta yabancılar kafileden birilerine sormuşlar bu takımın ismini çok zor telafuz ediyoruz acaba Türkiyede hangi şehrin takımı,bizimkilerde başkentin Ankaranın takımı demişler adamlar şaşırmış yaaa biz Türkiyenin başkentini İstanbul sanıyorduk. Evet 2 yıl olmadı milliyette bir spor haberi okumuştum tahminim bu şehrin bir çok ikamet edenide okumuştur Avrupada 50 küsür başkent olduğunu Avrupa başkent takımlarının tamamının şampiyon olduğunu yalnız bir eksik vardı yani başkenti şampiyon olmayan bir ülke varmış,kim olabilir tabiki Türkiye,sanıyorum bir iki ülke daha var imiş bizim gibi başkenti şampiyon olmayan yani istisnai bir durum o da pek önemli değil çünkü genel durum önemli.

Evet Ülke futboluna rekabet yönünde zarar verdiğimiz gibi aynı zamanda kendi sosyal yaşantımıza da zarar vererek şehrimize bir avrupa takımının gelmesinide çok görüyoruz bu yıl olduğu gibi istanbul takımları bu kadar para harcayıp her yıl gibi avrupada da başarılı olmasalarda yine seneye her yıl olduğu gibi üç Avrupa takımını şehirlerine getirerek müthiş prim,esnafına kazanç,dış dünyada büyük bir reklam yapmaya devam edecekler acaba bunları bizler yaşadığımız şehre hatta bazıları memleketine çok görüyor bir türlü anlamış değilim.

Bir ara kızılayda spor malzemeleri satılan ülke alan pasajında bir esnaf ile sohbetimde kendisi saolsun gençlerbirliği Avrupada başarılı olduğı yıl buraya takımlarıyla maça gelen yabancı taraftarlar araştırmışlar spor malzemeleri nerede satılıyor diye sorduklarında buraya yönlendirmişler bizim pasaja gelip alış veriş yaptıklarında pasaj esnafı olarak hepimiz ihya olduk dediğinde ne kadar hoşuma gitmişti işte bu demiştim.

Şimdi Anadolulu olup veya burda yaşayıp da İstanbul takımı tutuyorum demek doğrumu kesinlikle buna saygı duyorum ama ben bir örnek vereyim Ankarada yaşamaktan çok memnunum Ankarayı çok seviyorum,burdan başka yaşayacağım bir şehir düşünemiyorum dediklerinde bir İstanbul takımı tutuyorsa burda bir çelişki yokmu,bu söylediğim tabiki bütün Anadolu şehirlerimizi kapsıyor,bana göre benim bu eleştirdiğim insanlar ne memleketini ne şehrini nede ülkesini bu alanda sevmiyor,esen kalın dostlarım.
Cevapla

“Spor” sayfasına dön