Şia Nedir?
Gönderilme zamanı: 30 May 2009, 00:08
(Ya muntazar nickli arkadaşımız hazırlamıştır)
(Ziyaretçi defterinden alıntıdır)
Şia Nedir ?
ŞİA
Konuların Tasnifi
1. Şia’nın Doğuşu
2. Şia’daki Bölünmeler ve Fırkalar
3. Şia’nın Temel İnançları ( Tevhid, Nübüvvet, Mead, Adalet, İmamet)
4. Şia’da ibadet hükümleri
5. Şia’ya yapılan önemli eleştiriler ve cevapları
1. ŞİA’NIN DOĞUŞU
Şia demek Ehl-i Beyt mektebi demektir. Bu mekteb İsna Aşeriyye/Oniki İmam mezhebi veya Caferiyye mezhebi olarak ta isimlendirilir.Bu mezhebin Caferiyye olarak daha fazla yaygın olması ,bu mezhebin sadece İmam Cafer Sadık’a (as) dayandığı zannına yol açmıştır..Oysaki bu mezhebin temelleri sadece İmam Sadık’a (as) değil, başta Kur’an ve Allah Rasulu (saa) olmak üzere , ilk imam Hz.Ali (as) ile başlayıp,12. imam olan İmam Muhammed Mehdi (as) ile son bulan on iki imama dayanır. İmam Cafer (as) Emevi devletinin yıkılıp,Abbasi devletinin kurulmaya başladığı yıllarda yaşadığı için diğer imamlara nisbeten daha rahat bir ortamda yaşamış , Ehl-i Beyt mektebini yaymaya daha fazla imkan bulmuştur.Bu sebeple Ehl-i Beyt mektebi tarihte Caferiyye diye anılmaya başlamıştır.
1.1. Tarihçilerin Şia'nın Ortaya Çıkışı Hakkındaki Görüşleri
Şia'nın tarihsel olarak ortaya çıkışının ve onun kurucusu hakkında tarihçiler tarafından çeşitli görüşler belirtilmiştir. Burada bu görüşlerin en önemlileri şunlardır:
1.1.1.Şia, Hz. Peygamber (s.a.a) Döneminde Ortaya Çıkmıştır:
İmamiyye Şia'sına göre, Şia’nın ilk tohumu Allah (c.c) tarafından Kur'ân-ı Kerim'de serpilmiş ve yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) tarafından, peygamberliği boyunca, geliştirilip büyütülmüştür. Bu görüşe göre Şia Mektebi'nin kurucusu bizzat Allah (c.c) ve Resul'üdür.
1.1.2. Şia, "Sakife"de Ortaya Çıkmıştır.
Ehlisünnet tarihçilerinden bazısına göre, Sakife olayında bir grup insan Hz. Ali'nin (a.s) peşinden gidince Şia ortaya çıktı.
1.1.3. Şia, Osman Öldürüldüğü Zaman Ortaya Çıkmıştır.
Tarihçilerden bazıları, halkın Osman'ın evine saldırarak onu öldürmeleri üzerine, Peygamber'den (s.a.a) yirmi beş yıl sonra, Şia'nın şekillenmeğe başlayıp ortaya çıktığını savunurlar.
1.1.4. Şia, İmam Hüseyin'in (a.s) Şahadetinden Sonra Ortaya Çıkmıştır.
Şia Hüseyin b. Ali'nin (a.s) şahadetinden sonra ortaya çıkmıştır.
1.1.5. Şia'yı Farslar Ortaya Çıkarmışlar.
Bazıları Şia düşünce sisteminin, İslâm başkentine nüfuz eden İranlı Farsların fikir ürünü olduğu görüşünü savunurlar.
1.1.6. Şia'yı Abdullah b. Saba Kurmuştur.
1.2.Şia’ya Göre Şia’nın Doğuşu
Şia kelime anlamı olarak “taraftar” veya ”izleyici” demektir. Şia’nın başlangıç noktasını Peygamber Efendimiz’in (saa) hayatta olduğu dönem olarak bilmek gerekir. Şia tarihte ilk kez Hz.Ali’nin (as) şiası/taraftarı/izleyicileri diye tanındı. Peygamberimizin (saa) 23 senelik daveti boyunca Allah’ın ve Rasulu’nun (saa) bazı emir ve tavırları O’nun (saa) döneminde böyle bir topluluğun kendiliğinden doğmasına sebep oldu. Kur’anda bazı ayetlerde Ehl-Beytin faziletlerinden bahsedilmesi (Velayet ayeti -Maide 55-,Tathir ayeti -Ahzab 33-, Mübahele ayeti -Ali İmran 61-,Meveddet ayeti –Şura 23-, UlulEmr ayeti-Nisa 59-, Tebliğ ayeti –Maide 67-…. ayetler, ki bu ayetler hakkında ileride kısaca bilgi verilecektir.) Allah Rasulu nun (saa), Hz.Ali’yi (as) bir çok hadisinde kendi vasisi ve mü’minlerin velisi olarak tanıtması, O’nu (as) ilmin kapısı olarak tanıtması, O’nu (as) ancak mü’minin seveceğini ve münafığın O’na (as) ancak buğz edeceğini bildirmesi, Gadir-i Hum’da veda haccından dönerken 120 bini aşkın mü’mini toplayarak Hz.Ali (as) hakkında “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” (Bu olaya kısaca ile ileride değinilecektir) buyurması vb. gibi bir çok emir, Peygamberimiz (saa) döneminde sahabeler arasında Hz.Ali’ye (as) bir ilgi oluşmasına sebep oldu. Bazı tarihçilere göre Peygamberimiz (saa) zamanında, sahabe içinde Hz.Ali’nin dostluğuyla tanınan ve O’na (as) duydukları sevgiyle ön plana çıkan sahabeler mevcuttu. İlerideki tarihi olaylar göstermiştir ki bu sahabeler hep Hz.Ali’nin (as) yanında olmuşlar, cemelde, sıffinde, nehrevanda O’na (as) destek olup, hiç O’nun (as) yanından ayrılmamışlardır. Bu sahabelerden bazıları şunlardır: Ebu Zer, Ammar b. Yasir, Bilal-i Habeşi, Mikdad b. Esved, Selman-ı Farisi,Huzefye b. Yeman, Ebu Eyyüb El-Ensari,Cabir b. Abdullah….
Yine şiaya göre “şia” ismini ilk defa zikreden Peygamberimizin (saa) kendisidir. Beyyine 7. ayet olan “İman edenler ve iyi işler yapanlar, onlar halkın en hayırlılarıdır.” Ayeti nazil olduğunda Allah Rasulu (saa) Hz.Ali’ye (as) şöyle buyurdu: Ayette kasdedilenler sen ve senin Şiilerindir.”
Hz.Ali (as) şöyle naklediyor:”Peygamber (saa) bana şöyle buyurdu,Sen ve Şiilerin cennettedir.” (Birincisi maksadımız tartışma değil, Ehl-i Beyt/Şia mektebini tanıtmak olduğundan,ikincisi bazı kaynakların zikredilmesi çok uzun yer tutacağından bu ve bundan sonraki hadislerin veya tarihi olayların kaynakları mümkün olduğunca zikredilmeyecektir.)
Birkaç örneğini verdiğim bunun gibi bir çok hadis “şia” kelimesini ilk kullanan kişinin Allah Rasulu (saa) olduğunu gösteriyor. (Yalnız burada bu hadislere dayanarak şianın kendisini cennet ehli olarak, diğer mezheblere mensup insanları cehennem ehli olarak gördüğü anlamı çıkarılmamalıdır.Buralarda kullanılan “şia” kelimesi, elbette günümüzde kendisini şia olarak tanıtan bir mektebe mensup olduğunu söyleyen insanların tamamı için kullanılmamıştır. Elbette Peygamberin (saa) ve Hz.Ali nin (as) takipçileri cennete girer.Ancak onların takipçisi olmak demek şu veya bu sıfatı kendisine isim olarak almak değil, itikadi ve ameli anlamda onların takipçisi olmak demektir.Bu hadisleri söylemekten maksadımız “şia” kelimesinin Peygamberimiz (saa)döneminde kullanıldığı ve o dönemde Ali Şiası/taraftarı olarak isimlendirilen bazı sahabelerin bulunduğudur.)
Şia’nın ortaya çıkışıyla ilgili yukarıdaki görüşlerden Abdullah b. Saba’nın şiayı kurduğu görüşü daha çok yaygındır. Güya bu adam yemen Yahudilerindenmiş, müslüman olmuş fakat Yahudi iken Yuşa (as) hakkındaki kanaatini Hz.Ali’ye (as) uydurarak her peygamberin bir vasisi olduğunu, Hz.Peygamberinde (saa) vasisinin Hz.Ali (as) olduğu fikri ortaya çıkarmış, bu görüşü yayabilmek için bir sürü sahabeyi kandırmış, Osman aleyhine isyan başlatmış, Cemel savaşında her iki tarafa da saldırarak savaşın başlamasına sebep olmuş, şia mezhebi bu adamın gayretleri sonucu ortaya çıkmış…vb. Bu adamın tarihte başardığı işler (!!) hayli çoktur. Tüm rivayetlerin kaynağı incelendiğinde görülecektir ki bu adam hakkında söylenen tüm şeyler Seyf b. Ömer’e (ölüm h.170) dayanmaktadır. Seyf’in birkaç tarih kitabı mevcuttur ki maalesef bu kitaplarındaki uydurduğu rivayetler tarihçilere kaynaklık teşkil etmiştir. Kitaplarında savaşlarda binlerce yüz binlerce kişi öldüren,ırmakları denizleri çöl yapan,olayları yıllarına varıncaya kadar değiştiren, adamlar, şehirler uyduran, rivayetlerinde tek ravi kendisi olan veya raviler uyduran, hayvanları konuşturan,vs.vs. Seyf’in maharetlerinden biride tarihte hiç yaşamamış olan Abdullah b. Saba’yı uydurmak olmuştur. Abdullah b. Saba’nın tarihte hiç yaşamamış bir şahsiyet olması ve bu kişinin yalancı (ki yalancı oluşu rical kitaplarında mevcuttur) Seyf b. Ömer tarafından uydurulması hakkında Allame Murtaza Askeri “Abdullah b. Saba Masalı” isimli bir kitap yazmış ve Saba’nın tarihte hiç yaşamayan bir kişi olduğunu izah etmiştir.Yine Murtaza Askeri, Seyf b. Ömer’in uydurduğu 150 sahabi hakkında “Uydurulmuş 150 Sahabi” isimli bir kitap yazmıştır.Yine bu konuyla ilgili olarak merhum Abdulbaki Gölpınarlı’nın yazmış olduğu “Tarih Boyunca İslam Mezhebleri ve Şiilik” adlı kitabı incelenebilir.
2. Şia’daki Bölünmeler ve Fırkalar
Şia mezhebinde Hz.Hüseyin (as) döneminden sonraya kadar bölünme olmadı. Hz.Hüseyin’in şehadetinden sonra büyük çoğunluk oğlu Ali b. Hüseyin’i/Zeynel Abidin’i (as) imam bildiler. Küçük bir azınlık ise Hz.Ali’nin (as) diğer oğlu Muhammed b. Hanefiyyeyi imam bildiler.Bunlara Kiysaniyye ismiyle tanındılar. İmam Zeynel Abidin’in (as) şehadetinden sonra şiilerin çoğu İmam Muhammed Bakır’ı (as) imam bildi.Zeydiyye diye tanınan bir azınlık ise diğer şehit oğlu Zeyd’in imametine inandı.İmam Muhammed Bakır’dan (as) sonra Şiiler İmam Cafer Sadık’ı (as) imam kabul etti.O hazretin vefatından sonra ekseriyet İmam Musa Kazım’ın (as) imametine inandı.Diğer bir grup ise İmam Cafer(as) in diğer oğlu İsmal’i imam bildi. Bu grup ise İsmailiyye diye tanındı. Şia çoğunluğunun karşısında yer alan Zeydiyye ve İsmailiyye dışındaki fırkalar kısa süre yok oldular. Bu iki fırkaya mensup insanlar Yemen, Lübnan, Pakistan gibi çeşitli bölgelerde yaşamaktadırlar.
2.1. Gulat Fırkası
İmam Ali (as) veya evlatlarını haşa ilah sayan kimselere gulat denir.Bazı yazarlar gulat’ı, şia fırkalarından saymış ve bu grub hakkındaki eleştirilerini bütün Şiilere yöneltmiştir. Bu grup haşa Allah’ın Hz.Ali (as) cisminde hulul ettiğine Hz.Ali’nin (as) Allah’ın yeryüzündeki görüntüsü olduğuna inanmışlardır.Bunları Caferiyye (yani şia) ile aynı saymak, bir görmek, bunların inançlarını Caferiyyeye/şiaya mâletmek büyük bir zulümdür. Şia ve şianın mübarek İmamları (as) bu fırkalardan teberri etmişler/uzaklaşmışlar, onları kafir olarak kabul etmişlerdir.Caferiyye tenasuhun/reenkarnasyonun, hululun ve Allah’ı cisim bilmenin şiddetle karşısındadır.Hikmet ve kelama ait Caferiyye kitapları binleri aşmaktadır.Her kitapta Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh oluşu delilleriyle yazılıdır.Kendilerini şiadan sayan, fakat Caferiyye tarafından mülhid ve kafir oldukları bildirilen fırkalarla Caferiyye aynı fırkaymış gibi değerlendirilmemelidir.
2.2. Bölünmelerin Sebepleri
Şiiler arasındaki ihtilaflar sonraki imamların belirlenmesi konusunda yaşanmıştır.İmamların (as) sürekli baskı altında yaşamaları ve herkesle kolayca iletişim imkanları olmaması sebebiyle imamın kendisinden sonra kimi imam olarak tayin ettiği herkese kolayca ulaştırılamıyordu.
3. Şia’nınTemel İnançları
Şiada dinin usulü beştir.Allah’a iman,Nübüvvete iman,meada/ahirete iman,adalete iman,imamete iman. Öncelikle şu belirtilmelidir ki Allah’a,nübüvvete ve meada/ahirete iman İslam inancının temelidir. Bunlara inanmayan kişiler İslam dairesi dışına çıkarlar.Adalete ve imamete iman ise İslam inancının temel konularından olmayıp mezhebin temel inançlarıdır.Dolayısıyla adalete ve imamete şia gibi inanmayan kişilerin asla küfründen söz edilemez.Bu kişilerin sadece şiadan olmadıkları hükmüne varılabilir.
3.1.Allah’a İman
Allahü Taâlâ'nın var ve birdir.Hiç bir eşi benzeri bulunmaz. Kadim'dir, zevali yoktur, ona zeval erişemez. Evveldir, ahirdir, bilendir, hükmedendir; adalet sahibi daimi diridir; gücü yetendir, ganidir, duyan-bilendir; yaratıkların vasfedildikleri şeylerle tavsif edilemez. Cismi, süreti yoktur, ağırlığı, hafifliği yoktur; hareketi, sükunu olamaz; zamanı ve mekanı bulunamaz; kendisine işaret edilemez. Eşi, eşiti, benzeri, zıddı, zevcesi, oğlu, ortağı olmadığı gibi ondan başka bu vasıfları haiz biri de yoktur; "Gözler onu idrak edemez ve o, gözleri idrak eder." (En’am 103) Onu, yaratıklarından birine benzeten ve yüzü, eli, gözü olduğunu söyleyen, yahud dünya göğüne indiğini, bu çeşit inançlara sapan, her türlü noksandan münezzeh olan yaratıcıyı bilmeyen kişidir ki o, kafir menzilesindedir.
Her hususta Allahü Teala'yı bir bilmek gerekir. Zatı itibariyle varlığına, birliğine, bunun vücübuna inanmamız nasıl gerekse aynı tarzda sıfatlarında tevhid de vacibdir. O'nun, ilimde, kudrette naziri bulunmadığı gibi yaratmakta, rızık vermekte de şeriki, naziri yoktur ve bütün kemal sıfatlarında eşi bulunamaz.
İbadette de O'na tevhid, aynı tarzda gerekmektedir; hiç bir vechiyle O'ndan başkasına kullukda bulunmak caiz değildir. Kullukların hiç bir nev'inde, vacib olsun, olmasın, namazlarda ve diğer ibadetlerde, ne suretle olursa olsun, O'ndan başkasını katmak caiz olamaz. İbadette, bir başka varı, varlığı, O'na katan, müşriktir; kullukta O'ndan başkasına yaklaşmayı kasdeden, putlara tapan kişi hükmündedir.
Allah’ın Sıfatları
Zatı Sıfatlar
Zati sıfatlar; Allah'ı, zatının dışında bir şeyi göz önüne almadan nitelendirdiğimiz sıfatlardır.
Başka bir deyişle; Allah'ı onlarla nitelemek için, yalnızca Allah'ın kendi zatını mülâhaza etmenin yeterli olup, Allah'ın zatı dışında hiçbir şeyi, nazara almaya bir gerek olmayan sıfatlara Zati Sıfatlar denir. Hayat, kudret ve ilim bu kabil sıfatlardandır. Eğer varlık aleminde Allah'ın kendisinden başka, hiçbir şey var olmaz ve sadece kendisi var olsaydı bile, O'na hayat, kudret ve ilim sıfatlarını isnat edip, "Allah Hayy'dır, Kadir'dir ve Alim'dir" denilebilirdi.
Fiili Sıfatlar
Fiili Sıfatlar, Allah'ın zatının dışında bir şey göz önüne alınmadan Yüce Allah'ın nitelenemediği sıfatlara denir. Öyleyse, Allah'ı fiili sıfatlarla nitelendirmek için, sadece Yüce Allah'ın zatının göz önünde bulundurmak yeterli olmayıp, Zatı'nın dışında bir şeyin de olması ve onun zatla olan irtibatı da göz önünde bulundurulmalıdır.
Meselâ, eğer hiçbir şey yaratılmamış olsaydı, Allah "Yaratıcı" sıfatıyla nitelenmezdi. Eğer yaratıklardan hiçbiri Allah tarafından gönderilen bir ilahi vazifeyle mükellef olmasaydı, Allah'a Şeriat Sahibi denmezdi. Kullardan hiçbiri Allah'a karşı günah işlemeseydi, Allah'tan bağışlayan ve cezalandıran diye söz edilmezdi. Zira günahkar olmadığı taktirde bağışlanacak veya cezalandırılacak bir kimse olmadığından Allah Teala için böyle bir konum söz konusu olmazdı. Allah Teala'nın rızk verici, şefkat edici, merhamet edici, koruyucu, terbiye edici, hidayetçi ve saptırıcı olması gibi sıfatları da aynı konumdadır. Kısacası Allah Teala'nın yaratıklarla ilgili olan tüm sıfatları aynı hükme tabidir. Allah Teala'nın fiil makamından alınmakta olup tamamının mercii Allah Teala'nın Kayyum sıfatıdır.
O halde Allah Teala'nın Yaratıcı, Kanun Koyan, Bağışlayan, Cezalandıran, Rızk Veren vs. gibi, Allah Teala'nın fiil makamından çıkarılan sıfatlara Fiili Sıfatlar denmektedir.
Kaza ve Kadere İman
Kader Allahu Tealanın işlerin sonunu bilmesidir.Cenab-ı Allah zaman ve mekana bağlı olmayan,sonsuz ilim sahibidir. Bu özelliği sebebiyle kimin ne yapacağını önceden bilir.Allah’ın bilmesi kulların fiillerini tayin etmesi demek değildir.Kısacası bilmek, tayin etmekten ayrı bir şeydir.Kaza ise o işin vakti gelince olmasıdır.Allah’ın bilgisi o işi kula zorla yaptırmaz, kul da işi Allah’ın kendisine verdiği güçle-kuvvetle o işi yapar. Karşılığında mükafat veya ceza görür.
3.2.Nübüvvete İman
Nübüvvet, Allahü Teala’nın, kullarına doğru yolu göstermek, dünyada, ahirette, mutluluklarını sağlayacak hükümleri bildirmek, onları kötü huylardan, bozguncu gelenek ve göreneklerden arıtmak, onları hikmet ve marifet sahibi kılmak için, lutfuyla seçtiği, insanlığın en olgun ve yüce mertebesine ulaştırdığını kullarına gönderdiği bir makamdır. Peygamberler mutlak manada masumdurlar/ismet sahibidirler, yani günah işlemezler. İsmet, yani masum oluş, küçük-büyük bütün günahlardan, yanılmaktan, unutmaktan münezzeh olmaktır. İsmetin varlığına delil şudur: Peygamber suç işleyebilir, yanılır, yahut unutursa, ondan bu çeşit şeyler sudur ederse, ona inananlar, uyanlar, elbette şüpheye düşerler; düşmemeleri, din ve akıl bakımından mümkün değildir. Bu takdirde halkın ona uyması güçleşir; bu ise nübüvvet vazifesine karşıdır; sözlerinde, işlerinde bir değer kalmaz, mutlak olarak buyruklarına uyulamaz; hareketleri bir örnek olamaz ve peygamberlerin gönderilmelerindeki fayda ve lüzum lüzumsuz olur.
Bütün peygamberler ve onlara gönderilen kitaplar hak ve gerçektir. Peygamberliklerini inkar, yahut onlarla alay etmek küfürdür, zındıklıktır; çünkü bu, onlardan, onların gerçekliğinden haber veren Peygamberimizi de (saa) inkardır.Peygamberler kuldur,beşerdir.İlk peygamber Hz.Adem (as) son peygamber ise Peygamber Efendimiz Abdullah’ın oğlu Muhammed (saa) dir.O’nun (saa) vefatıyla artık vahiy kesilmiştir.O’dan (saa) sonra peygamber gelmeyecektir.
3.3. Meada İman
Allahu Taala'nın, ölümlerinden sonra, insanları, va'd ettiği günde, yeni bir yaratışla yaratacak, diriltecek, itaat etmiş olanlara, va'd ettiği sevabı, mükafatı verecek, isyan edenleri, gene bildirdiği gibi cezalandıracaktır.Bu, semavi dinlerin ittifak ettikleri inancın, özetle ifadesidir. Hiç bir müslümanın, Rasul-i Ekrem'e (saa) indirilen Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki beyanlarına muhalefet etmesine imkan yoktur. Allahu Taala'ya tam ve gerçek bir inançla inanan, Hazret-i Muhammed'in (saa) hak dinle ve hidayet üzere gönderildiğine iman eden kişi, Kur'an-ı Kerim'in tekrar diriliş, sevab, cennet ve cehenneme dair verdiği haberlere de inanır. Kur'an-ı Kerim'de bin'e yakın ayet-i kerime, ahireti, tekrar dirilmeyi, mükafat ve mücazatı bildirmektedir, Bu hususta şüpheye düşen, risalet sahibine, yahud kainatın yaratıcısına, onun kudretine hatta yalnız bunlara değil, bütün dinlere ve şeriatlerin tümüne şüphe ediyor demektir.
İnsana, İslama inandıktan sonra, nefsine uymaması, bunun aksine, ahıretini ve dünyasını düzene sokacak şeylerle uğraşması, kadrini, derecesini, Allah katında yüceltecek şeyleri düşünüp nefsini ıslah etmesi, ölümden sonra kabir ve hesap çetinliğini müteakıp, her şey'i iyiden iyiye bilen Allahu Taala'nın manevi huzuruna nasıl çıkacağını teemmül etmesi, "Kimseden bir karşılık kabul edilmez, kimsenin kimseye şefaati fayda vermez; onlara yardım da edilmez"(Bakara 123) ayet-i kerimesiyle anlatılan günden çekinmesi gerektir.
3.4 Adalete İman
Allahü Taala'nın kemale ait bütün sıfatlarının birinin de adalettir.Allahü Taala'nın adildir, zalim değildir.İtaat edenlere sevab verir, isyan edenleri cezalandırır. Kullarına, güçlerinden fazla bir teklifde bulunmaz; onlara, hak ettikleri cezadan fazla da ceza vermez. Çünkü Allahü Taala, herhangi bir vesile ile güzeli, iyiyi terk edip kötü işi işlemez; çünkü Allahü Taala, güzelin, güzel ve iyi oluşu, çirkin ve kötünün çirkin ve kötü oluşunu bilir. Bu bilgisiyle de güzel ve iyi işi yapmaya, kötüyü terk etmeye gücü yeter. İyiyi işlemekle bir ziyana düşmez ki onu terke muhtaç olsun, nitekim kötüyü de işlemeye bir ihtiyacı yoktur. Bütün bunlarla beraber O, hüküm ve hikmet sahibidir; işlediği şey, hikmete uygundur; en mükemmel düzene göredir.
Zulmü ve kötüyü işleseydi, -ki şanı bundan yücedir-, iş, dört şekle dönerdi:
1) O işi, haşa, bilmiyor, kötü olduğunu bilmediğinden yapıyor;
2) Kötü olduğunu biliyor, fakat yapmaya mecbur; terketmeye gücü yetmiyor;
3) Kötü olduğunu bilmekte, onu yapmaya mecbur da değil, ama yapmaya muhtaç;
4) Kötülüğünü biliyor; yapmaya mecbur değil, ihtiyacı da yok; fakat abes olduğundan yapıyor ve bununla, haşa, kendini tatmin ediyor.
Bunların hepsi de, yüce Allahü Taala'yı haşa noksanlıkla itham eder.Bu yüzden de O'nun zulümden, kötü ve abes iş işlemekten münezzeh olduğuna inanmamız vaciptir.
Ama müslümanların bazıları, haşa, Allahü Taala'nın kötü işi yapmasını, itaat edenleri cezalandırmasını, hatta asileri, kafirleri cennete sokmasını caiz bilmekteler; onlarca kullara, güçlerinin yetmeyeceği işleri de, dilerse, emredeceğine, bunları terk edenleri cezalandıracağına, kendisinden zulüm ve cevir gibi şeylerin sudur edebileceğine, hikmete, maslahata uymayan, faydası bulunmayan işi yapabileceğine, "Yaptığından sorulmaz; onlardır sorumlu olanlar" (Enbiya 23) ayet-i kerımesini delil getirerek inanmaktalar. Oysa ki Allahü Taala'nın şanı, bütün bunlardan yücedir ve kitabının muhkem ayetlerinde, "Ve Allah, kullarına zulmü irade etmez" (Mü’min 31), Ve Allah, fesadı sevmez" (Bakara 205) , "Ve biz, gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık" (Duhan 38) ve "Biz, cinni ve insanları, ancak kulluk etsinler diye yarattık" (Zariyat 56) buyurarak zulümden, bozgundan münezzeh bulunduğunu, boş, abes bir şey yapmayacağını beyan buyurmaktadır. "Tenzih ederiz seni, bunu boş yere yaratmadın." (Ali İmran 191)
3.5.İmamete İman
Ehl-i Sünnet, imamet konusunu İslam'ın inanç esaslarından saymayıp, onun İslam'ın fer'i hükümlerinden biri olduğunu, imamlarda masumluk, ilahi ilim ve ilahi tayin gibi şartların gerekmediğini, Hz. Resulullah'tan (saa) sonra imamet işinin halkın kendi seçimine bırakıldığını ve imametin toplumun tümünün veya toplumun ileri gelenlerinin seçimi ile veya başka bir yöntemle tahakkuk bulduğunu savunmaktadır.
Şiada imamet konusu üç açıdan incelenir. İslam hükümeti, İslami ilimler ve toplumu manevi hayatında irşad edebilmek. Yani Allah Rasulunun (saa) vefatından sonra imam olacak kişiler hükümeti adil bir şekilde idare edebilmeli ve toplumu koruyabilmeli, Kur’an’ı, hadisleri kısaca tüm İslami ilimleri doğru ve hatasız bir şekilde bilerek topluma yön verebilmeli ve toplumu ahlaki bakımdan eğiterek onların manevi hayatına yön verebilmelidir. Şiaya göre İslami toplumunun bu üç kanuna zaruri ihtiyacı olduğu için bu konuları ve işleri üstlenen kişi de Peygamberler gibi Allah indinden tayin olmalıdır.
Şianın imamet inancını açıklayan en güzel sözlerden birisi 8.İmam Ali Rıza (as) ın şu sözleridir:
“Abdulaziz bin Müslim diyor ki: "Hz. İmam Rıza (a.s) ile birlikte Merv şehrinde bulunuyorduk. Oraya girişimizin ilk günlerinde cuma günü camide toplandık, camide imamet konusundan bahsedilip, bu konuda insanların düştüğü derin ihtilaflardan söz edildi. Bu arada, ben efendime (İmam Rıza'ya (as)) giderek, insanların bu konuda ne konuştuklarını haber verdim. Bunun üzerine, İmam (a.s) gülümsedi, sonra da şöyle buyurdu: "Ey Abdulaziz bin Müslim, onlar cahil kalmış ve görüşlerinde aldatılmışlardır. Allah Teala Peygamberi (s.a.a)'in ruhunu kabzetmeden önce, onun için dinini kamil kıldı ve her şeyin açıklaması olan Kur'an'ı ona indirdi. Onda helalı, haramı, hududu ve insanların bütün ihtiyaç duydukları şeyleri kamil olarak açıklayarak: "...Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık...." (En’am 38) buyurdu. O Hazret'in ömrünün sonlarında olan Haccet-ül Veda'da ise: "...Bu gün sizin için dininizi kamil kıldım, nimetimi size tamamladım ve İslam'ın sizin için din olmasına razı oldum...." (Maide 3) buyurdu. İşte imamet konusu, dinin tamamlanmasındandır.
Hz. Resulullah (s.a.a) da dünyadan göçmeden önce, ümmetine dinin talimatlarını beyan buyurdu. Yollarını onlara açıkladı. Onları hak yolunun ortasında bıraktı. Hz. Ali (a.s)'ı onlara bir örnek ve imam olarak tayin edip, ümmetin muhtaç olduğu hiç bir konuyu açıklamadan gitmedi. Kim, Allah Teala'nın dinini kamil kılmadığını zannederse, Allah'ın kitabını reddetmiş olur, kim de Allah'ın kitabını reddederse, onu inkar etmiş olur.
Acaba onlar, imametin değerini ve onun ümmet içerisindeki mevkiini biliyorlar mı ki, onu seçmek onlara ait olsun?
İmamet makamı, insanların kendi akıllarıyla onu idrak etmelerinden, kendi düşünceleriyle ona ulaşabilmelerinden veya kendi seçenekleriyle bir imam tayin etmelerinden çok daha yüksek değere, büyük şana ve yüce mevkie sahiptir.
Allah Azze ve Celle, Hz. İbrahim'i nübüvvet ve halillik makamına seçtikten sonra, onu; üçüncü bir makam olarak, imamet makamına tayin etti. Bir fazilet olarak onunla şereflendirdi ve onunla anısını yükselterek: "Ben seni insanlara imam kılıyorum" (Bakara 124) buyurdu. Hz. Halil (a.s) ise, bunun sevincinden: "Benim zürriyetimden de" dedi. Allah Tebareke ve Teala ise: "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" cevabını verdi. Böylece bu ayet-i kerime, kıyamet gününe kadar, bütün zalimlerin imametini batıl kılıp, bu makamı seçkin insanlara bıraktı.
Sonra Allah Teala, Hz. İbrahim'i yüceleyerek, seçkinlik ve taharet ehli kimseleri onun neslinde karar verdi ve şöyle buyurdu: "Ve biz ona İshak'ı ve Yakub'u bir hediye olarak bahşiş ettik ve hepsini salih insanlardan karar kıldık. Ve biz onları bizim emrimizle hidayet eden imamlar kıldık. Onlara hayır işler yapmalarını, doğrudan namaz kılmalarını ve zekat vermelerini vahyettik ve onlar bize ibadet edenlerdi." (Enbiya 72)
Böylece bu makam, onun zürriyetinde devam ede geldi. Asırdan asra, onu birbirlerinden miras alıp gidiyorlardı. Ta ki, Allah Celle ve A'la bu makamı, Hz. Nebiyy-i Ekrem (s.a.a)'e miras olarak ulaştırarak: "İbrahim (a.s)'a en evla olanlar; ona uyanlar, bu Nebi ve iman getiren kimselerdir. Allah mü'minlerin velisidir" (Ali İmran 68) buyurdu.
O halde, imamet makamı o Hazret'e özgü idi. O Hazret de Allah Teala'nın emriyle, Allah Teala'nın ona çizip farz kıldığı şekilde, onu Hz. İmam Ali (a.s)'a bıraktı ve sonra da, Allah Teala'nın: "Ve kendilerine ilim ve iman verilen kimseler, onlara derler ki: "Allah'ın kitabında kıyamet gününe kadar bırakıldınız..." (Rum 56)
kavli gereğince, o Hazret'in kendilerine ilim ve iman verdiği seçilmiş zürriyetine ait oldu. Dolayısıyla, kıyamet gününe kadar o, yalnızca Hz. Ali (a.s)'ın evlatlarında olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed'den sonra artık bir peygamber yoktur. Öyleyse, bu cahiller onu nasıl seçebilirler?!
İmamet peygamberlerin makamı, vasilerin mirasıdır. İmamet Allah’ın ve Rasulu’nun (as) hilafetidir.Hz.Ali’nin (as) makamı, Hasan ve Hüseyin’in (as) hilafetidir. İmam dinin ipi,Müslümanların nizamı, dünyanın salahı ve mü’minlerin izzetidir.İmam İslam’ın gelişen kökü,yücelen dalıdır. İmamla namaz,zekat,oruç,hac ve cihad kamil olur, ganimet ve sadakalr çoğalır, had ve ahkam uygulanır,hudut ve sınırlar korunur.
İmam,Allah’ın helalini helal,haramını da haram kılar,şer’i cezaları uygular,Allah’ın dinini savunur, (halkı) hikmet, güzel öğüt ve açık delillerle Allah’ın yoluna davet eder. İmam, gözlerin göremeyeceği ve ellerin ulaşamayacağı bir ufukta doğup, ışınlarını aleme saçan güneşe benzer.
İmam, ışık saçan dolunay, parlak kandil, açık nur, karanlıklar ortasında hidayet yıldızı, şehirlerin ve çöllerin yol gösteren kılavuzu ve helak olmaktan kurtaran bir kurtarıcıdır.İmam, yüksek tepede yanan bir ateştir, ısınmak isteyene sıcaklık bahşeder. Tehlikeli yerlerde kılavuzdur, ondan ayrılan helak olur.İmam, yağmur yağdıran bulut, bol sağanak yağmur, ışık saçan güneş, kapsayıcı gölgesi olan gök, döşenmiş yer, bol-bol suyu olan pınar, selin bıraktığı göl ve yerin yeşerttiği yeşilliktir.İmam, yumuşak huylu arkadaş, şefkatli baba, ikiz kardeş, küçük yavrusuna iyilik yapan anne ve kara günlerde kulların sığınağıdır.İmam, Allah'ın, yeryüzündeki ve mahlukatı arasındaki emini, kullarına hücceti ve şehirlerindeki halifesidir. (Halkı) Allah'a çağıran ve O'nun belirlediği sınırları savunandır.İmam, günahlardan tertemiz kılınan, ayıplardan arındırılmış olan, özelliği ilim, nişanesi hilim olan, dinin düzeni, Müslümanlar'ın izzeti, münafıkların öfkesi ve kafirlerin yok edicisidir.İmam, zamanın yeganesidir. Hiçbir kimse onun makamına ulaşamaz, hiçbir alim onun dengi olamaz. Onun bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayan Allah'ın fazlı ile, talep ve kesbe dayanmaksızın, bütün faziletleri taşır. Durum böyle iken; kim, İmam'ı tanıyabilir veya özelliklerinin özüne ulaşabilir?
Heyhat, heyhat! İmam'ın makamlarından veya faziletlerinden birini tarif etmekte akıllar yitmiş, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayran kalmış, hatipler aciz olmuş, şairler yorulmuş, edipler acze düşmüş, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, bilginler susup kalmış, hepsi acz ve güçsüzlüğünü itiraf etmiştir.
Şu halde, onu bütünüyle anlatmak, olduğu gibi nitelemek nasıl mümkün olur? Kim, onun yerine geçebilir veya ona olan ihtiyacı giderebilir? Bu nasıl mümkün olur? Oysa İmam, yıldızlar gibi kendisine ulaşmak isteyenlerin elinden ve niteleyenlerin nitelemesinden uzaktır.
Bunlar, bu makamın Resulullah sallallahu aleyhi ve alih'in Ehl-i Beyti'nden başkasında bulunacağını mı zannediyorlar? Andolsun, Allah'a, nefisleri onları aldatmış ve onları yanlış arzulara sevk etmiştir. Onlar, sarp ve kaygan olan yüksek bir yere çıkmak istemişler de, ayakları kayarak uçuruma yuvarlanmışlardır. Kendilerince bir imam seçmek istemişler, oysa imam seçmek nerede onların işi olabilir? İmam, cehaletten uzak alim, hile yapmayan yönetici ve nübüvvet madeni olmalıdır. Nesebiyle ayıplanmamalı ve soy sop sahibi hiçbir kimse onunla boy ölçüşememelidir. Kureyş kabilesinden, Haşimi soyundan ve Peygamber ailesinden olmalı; şereflilere şeref vermelidir. Abdülmenaf neslinden gelmelidir. Coşkun ilme ve kamil hilme sahip, işleri yürütebilen, siyaset bilen, riyasete layık, itaati farz olan, Allah'ın emrini ayakta tutan ve Allah'ın kullarının hayrını isteyen biri olmalıdır. Allah, peygamberleri ve onların vasilerini (Allah'ın selatı onlara olsun) muvaffak eder, onları sebatlı kılar, başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerden onlara verir. İlimleri, zamanlarındaki bilginlerin ilminin üstünde olur. Allah Teala buyurmuştur ki: "Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (Yunus 35)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır." (Bakara 269)
Talut'un kıssasında da şöyle buyurmuştur: "...Şüphe yok ki, Allah onu, sizin içinizden seçkin kıldı ve onu bilgi ve vücutça sizden üstün yaptı. Allah, mülkünü dilediğine verir." (Bakara 247)
Davut (a.s)'ın kıssasında da şöyle buyurmuştur: "Davut Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk (saltanat) ve hikmet ihsan etti ve ona dilediğinden öğretti." (Bakara 251)
Resulü'ne de şöyle buyurmuştur: "Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi. Sana bilmediğin şeyleri öğretti ve Allah'ın senin üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsanı) pek büyüktür." (Nisa 113)
Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i, itreti ve soyundan olan İmamlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara (Peygamber Ehl-i Beyt'ine) verdikleri şeyler için onlara haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim'in soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) de ihsan ettik. Böylece onlardan kimi ona inandı, kimi de ona sırt çevirdi ve çılgın ateş olarak cehennem onlara yeter." (Nisa 53,54) Allah Azze ve Celle bir kulu, kullarının işini yönetmek için seçtiğinde bu iş için onun göğsünü genişletir, hikmet çeşmelerini kalbine yerleştirir, ona ilim ilham eder. Artık bundan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz, onda doğrudan şaşmaz. O, masumdur; daima ilahi tevfik, sebat ve teyitten yararlanarak, hata, sürçme ve çirkinlikten emin olur. Allah bu özellikleri, kullarına üstün hücceti ve yaratıklarına şahidi olsun diye, ona tahsis kılar. Bu Allah'ın bir fazlıdır, dilediğine verir, Allah gerçekten büyük fazıl sahibidir.
Acaba onların böyle birini tanımaya güçleri yeter mi ki, onu seçsinler? Veya onların seçtikleri kimseler, bu özellikleri taşıyabilir mi ki, onu öne geçirsinler?
Andolsun Allah'ın Beyti'ne ki, onlar haktan çıkmışlar ve bilmiyorlarmışçasına Allah'ın Kitabı'nı sırtlarına atmışlardır. Oysa, hidayet ve şifa Allah'ın Kitabı'ndadır. Onlar O'nu bırakıp, kendi heva ve heveslerine uymuşlardır. Allah da onları kınamış ve onları gazap ve helaketin beklediğini belirterek şöyle buyurmuştur: "Allah'tan bir hidayet olmaksızın, kendi heva ve heveslerine uyanlardan daha sapık kim olabilir? Allah zalim bir kavmi hidayet etmez." (Kasas 50)
Yine şöyle buyurmuştur: "..Yazıklar olsun onlara, Allah onların amellerini saptırmıştır." (Muhammed 8)
Yine buyurmuştur: "Bu Allah katında ve iman edenlerin nezdinde en büyük suçtur. İşte Allah her kibirli ve tuğyankar kalbi böylece mühürler." (Mü’min 35) Allah'ın selatı ve çoklu selamı Muhammed'e ve onun Ehl-i Beyt'ine olsun."
Uyumlu bir şekilde yaşayan bir toplumun,devletin ,şehrin hatta birkaç kişiden oluşan bir ailenin başkanı olmadan sosyal hayat devam edemez ve bu başkan şahıslara hakim olur ve onları kendi görevlerine sevkeder.Yoksa toplum kısa sürede bölünüp yok olur. Buna göre toplumun bekasını düşünen her başkan, geçici veya devamlı olarak toplumdan ayrılmak isterse kendi yerini boş bırakıp toplumun bölünmesine göz yummaz. Emri altında birkaç kişi çalıştıran bir kimse yerinden birkaç saatliğine bile ayrılsa yerine birini tayin eder,diğerlerinin ona müracaat etmesini ister.
İslam fıtrat üzere kurulu bir dindir.Allah Rasulu’nun (saa) bu dinin birliği için verdiği önem inkar edilemez. Peygamber Efendimiz (saa) İslamın hakim olduğu yerlerde birliğe önem verdi. İslam’a dahil olan şehirlere valiler tayin etti. Hatta cihada giden ordulara birkaç tane komutan tayin etti.Kendiside Medine’den birkaç saatliğine bile ayrılacağı vakit yerine birini bırakmadan ayrıldığı vakii değildir.Aşağıda Peygamber Efendimiz’in (saa) Medine’den ayrılacağı zaman yerine tayin ettiği kişilerin listesi vardır.
(Ziyaretçi defterinden alıntıdır)
Şia Nedir ?
ŞİA
Konuların Tasnifi
1. Şia’nın Doğuşu
2. Şia’daki Bölünmeler ve Fırkalar
3. Şia’nın Temel İnançları ( Tevhid, Nübüvvet, Mead, Adalet, İmamet)
4. Şia’da ibadet hükümleri
5. Şia’ya yapılan önemli eleştiriler ve cevapları
1. ŞİA’NIN DOĞUŞU
Şia demek Ehl-i Beyt mektebi demektir. Bu mekteb İsna Aşeriyye/Oniki İmam mezhebi veya Caferiyye mezhebi olarak ta isimlendirilir.Bu mezhebin Caferiyye olarak daha fazla yaygın olması ,bu mezhebin sadece İmam Cafer Sadık’a (as) dayandığı zannına yol açmıştır..Oysaki bu mezhebin temelleri sadece İmam Sadık’a (as) değil, başta Kur’an ve Allah Rasulu (saa) olmak üzere , ilk imam Hz.Ali (as) ile başlayıp,12. imam olan İmam Muhammed Mehdi (as) ile son bulan on iki imama dayanır. İmam Cafer (as) Emevi devletinin yıkılıp,Abbasi devletinin kurulmaya başladığı yıllarda yaşadığı için diğer imamlara nisbeten daha rahat bir ortamda yaşamış , Ehl-i Beyt mektebini yaymaya daha fazla imkan bulmuştur.Bu sebeple Ehl-i Beyt mektebi tarihte Caferiyye diye anılmaya başlamıştır.
1.1. Tarihçilerin Şia'nın Ortaya Çıkışı Hakkındaki Görüşleri
Şia'nın tarihsel olarak ortaya çıkışının ve onun kurucusu hakkında tarihçiler tarafından çeşitli görüşler belirtilmiştir. Burada bu görüşlerin en önemlileri şunlardır:
1.1.1.Şia, Hz. Peygamber (s.a.a) Döneminde Ortaya Çıkmıştır:
İmamiyye Şia'sına göre, Şia’nın ilk tohumu Allah (c.c) tarafından Kur'ân-ı Kerim'de serpilmiş ve yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) tarafından, peygamberliği boyunca, geliştirilip büyütülmüştür. Bu görüşe göre Şia Mektebi'nin kurucusu bizzat Allah (c.c) ve Resul'üdür.
1.1.2. Şia, "Sakife"de Ortaya Çıkmıştır.
Ehlisünnet tarihçilerinden bazısına göre, Sakife olayında bir grup insan Hz. Ali'nin (a.s) peşinden gidince Şia ortaya çıktı.
1.1.3. Şia, Osman Öldürüldüğü Zaman Ortaya Çıkmıştır.
Tarihçilerden bazıları, halkın Osman'ın evine saldırarak onu öldürmeleri üzerine, Peygamber'den (s.a.a) yirmi beş yıl sonra, Şia'nın şekillenmeğe başlayıp ortaya çıktığını savunurlar.
1.1.4. Şia, İmam Hüseyin'in (a.s) Şahadetinden Sonra Ortaya Çıkmıştır.
Şia Hüseyin b. Ali'nin (a.s) şahadetinden sonra ortaya çıkmıştır.
1.1.5. Şia'yı Farslar Ortaya Çıkarmışlar.
Bazıları Şia düşünce sisteminin, İslâm başkentine nüfuz eden İranlı Farsların fikir ürünü olduğu görüşünü savunurlar.
1.1.6. Şia'yı Abdullah b. Saba Kurmuştur.
1.2.Şia’ya Göre Şia’nın Doğuşu
Şia kelime anlamı olarak “taraftar” veya ”izleyici” demektir. Şia’nın başlangıç noktasını Peygamber Efendimiz’in (saa) hayatta olduğu dönem olarak bilmek gerekir. Şia tarihte ilk kez Hz.Ali’nin (as) şiası/taraftarı/izleyicileri diye tanındı. Peygamberimizin (saa) 23 senelik daveti boyunca Allah’ın ve Rasulu’nun (saa) bazı emir ve tavırları O’nun (saa) döneminde böyle bir topluluğun kendiliğinden doğmasına sebep oldu. Kur’anda bazı ayetlerde Ehl-Beytin faziletlerinden bahsedilmesi (Velayet ayeti -Maide 55-,Tathir ayeti -Ahzab 33-, Mübahele ayeti -Ali İmran 61-,Meveddet ayeti –Şura 23-, UlulEmr ayeti-Nisa 59-, Tebliğ ayeti –Maide 67-…. ayetler, ki bu ayetler hakkında ileride kısaca bilgi verilecektir.) Allah Rasulu nun (saa), Hz.Ali’yi (as) bir çok hadisinde kendi vasisi ve mü’minlerin velisi olarak tanıtması, O’nu (as) ilmin kapısı olarak tanıtması, O’nu (as) ancak mü’minin seveceğini ve münafığın O’na (as) ancak buğz edeceğini bildirmesi, Gadir-i Hum’da veda haccından dönerken 120 bini aşkın mü’mini toplayarak Hz.Ali (as) hakkında “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” (Bu olaya kısaca ile ileride değinilecektir) buyurması vb. gibi bir çok emir, Peygamberimiz (saa) döneminde sahabeler arasında Hz.Ali’ye (as) bir ilgi oluşmasına sebep oldu. Bazı tarihçilere göre Peygamberimiz (saa) zamanında, sahabe içinde Hz.Ali’nin dostluğuyla tanınan ve O’na (as) duydukları sevgiyle ön plana çıkan sahabeler mevcuttu. İlerideki tarihi olaylar göstermiştir ki bu sahabeler hep Hz.Ali’nin (as) yanında olmuşlar, cemelde, sıffinde, nehrevanda O’na (as) destek olup, hiç O’nun (as) yanından ayrılmamışlardır. Bu sahabelerden bazıları şunlardır: Ebu Zer, Ammar b. Yasir, Bilal-i Habeşi, Mikdad b. Esved, Selman-ı Farisi,Huzefye b. Yeman, Ebu Eyyüb El-Ensari,Cabir b. Abdullah….
Yine şiaya göre “şia” ismini ilk defa zikreden Peygamberimizin (saa) kendisidir. Beyyine 7. ayet olan “İman edenler ve iyi işler yapanlar, onlar halkın en hayırlılarıdır.” Ayeti nazil olduğunda Allah Rasulu (saa) Hz.Ali’ye (as) şöyle buyurdu: Ayette kasdedilenler sen ve senin Şiilerindir.”
Hz.Ali (as) şöyle naklediyor:”Peygamber (saa) bana şöyle buyurdu,Sen ve Şiilerin cennettedir.” (Birincisi maksadımız tartışma değil, Ehl-i Beyt/Şia mektebini tanıtmak olduğundan,ikincisi bazı kaynakların zikredilmesi çok uzun yer tutacağından bu ve bundan sonraki hadislerin veya tarihi olayların kaynakları mümkün olduğunca zikredilmeyecektir.)
Birkaç örneğini verdiğim bunun gibi bir çok hadis “şia” kelimesini ilk kullanan kişinin Allah Rasulu (saa) olduğunu gösteriyor. (Yalnız burada bu hadislere dayanarak şianın kendisini cennet ehli olarak, diğer mezheblere mensup insanları cehennem ehli olarak gördüğü anlamı çıkarılmamalıdır.Buralarda kullanılan “şia” kelimesi, elbette günümüzde kendisini şia olarak tanıtan bir mektebe mensup olduğunu söyleyen insanların tamamı için kullanılmamıştır. Elbette Peygamberin (saa) ve Hz.Ali nin (as) takipçileri cennete girer.Ancak onların takipçisi olmak demek şu veya bu sıfatı kendisine isim olarak almak değil, itikadi ve ameli anlamda onların takipçisi olmak demektir.Bu hadisleri söylemekten maksadımız “şia” kelimesinin Peygamberimiz (saa)döneminde kullanıldığı ve o dönemde Ali Şiası/taraftarı olarak isimlendirilen bazı sahabelerin bulunduğudur.)
Şia’nın ortaya çıkışıyla ilgili yukarıdaki görüşlerden Abdullah b. Saba’nın şiayı kurduğu görüşü daha çok yaygındır. Güya bu adam yemen Yahudilerindenmiş, müslüman olmuş fakat Yahudi iken Yuşa (as) hakkındaki kanaatini Hz.Ali’ye (as) uydurarak her peygamberin bir vasisi olduğunu, Hz.Peygamberinde (saa) vasisinin Hz.Ali (as) olduğu fikri ortaya çıkarmış, bu görüşü yayabilmek için bir sürü sahabeyi kandırmış, Osman aleyhine isyan başlatmış, Cemel savaşında her iki tarafa da saldırarak savaşın başlamasına sebep olmuş, şia mezhebi bu adamın gayretleri sonucu ortaya çıkmış…vb. Bu adamın tarihte başardığı işler (!!) hayli çoktur. Tüm rivayetlerin kaynağı incelendiğinde görülecektir ki bu adam hakkında söylenen tüm şeyler Seyf b. Ömer’e (ölüm h.170) dayanmaktadır. Seyf’in birkaç tarih kitabı mevcuttur ki maalesef bu kitaplarındaki uydurduğu rivayetler tarihçilere kaynaklık teşkil etmiştir. Kitaplarında savaşlarda binlerce yüz binlerce kişi öldüren,ırmakları denizleri çöl yapan,olayları yıllarına varıncaya kadar değiştiren, adamlar, şehirler uyduran, rivayetlerinde tek ravi kendisi olan veya raviler uyduran, hayvanları konuşturan,vs.vs. Seyf’in maharetlerinden biride tarihte hiç yaşamamış olan Abdullah b. Saba’yı uydurmak olmuştur. Abdullah b. Saba’nın tarihte hiç yaşamamış bir şahsiyet olması ve bu kişinin yalancı (ki yalancı oluşu rical kitaplarında mevcuttur) Seyf b. Ömer tarafından uydurulması hakkında Allame Murtaza Askeri “Abdullah b. Saba Masalı” isimli bir kitap yazmış ve Saba’nın tarihte hiç yaşamayan bir kişi olduğunu izah etmiştir.Yine Murtaza Askeri, Seyf b. Ömer’in uydurduğu 150 sahabi hakkında “Uydurulmuş 150 Sahabi” isimli bir kitap yazmıştır.Yine bu konuyla ilgili olarak merhum Abdulbaki Gölpınarlı’nın yazmış olduğu “Tarih Boyunca İslam Mezhebleri ve Şiilik” adlı kitabı incelenebilir.
2. Şia’daki Bölünmeler ve Fırkalar
Şia mezhebinde Hz.Hüseyin (as) döneminden sonraya kadar bölünme olmadı. Hz.Hüseyin’in şehadetinden sonra büyük çoğunluk oğlu Ali b. Hüseyin’i/Zeynel Abidin’i (as) imam bildiler. Küçük bir azınlık ise Hz.Ali’nin (as) diğer oğlu Muhammed b. Hanefiyyeyi imam bildiler.Bunlara Kiysaniyye ismiyle tanındılar. İmam Zeynel Abidin’in (as) şehadetinden sonra şiilerin çoğu İmam Muhammed Bakır’ı (as) imam bildi.Zeydiyye diye tanınan bir azınlık ise diğer şehit oğlu Zeyd’in imametine inandı.İmam Muhammed Bakır’dan (as) sonra Şiiler İmam Cafer Sadık’ı (as) imam kabul etti.O hazretin vefatından sonra ekseriyet İmam Musa Kazım’ın (as) imametine inandı.Diğer bir grup ise İmam Cafer(as) in diğer oğlu İsmal’i imam bildi. Bu grup ise İsmailiyye diye tanındı. Şia çoğunluğunun karşısında yer alan Zeydiyye ve İsmailiyye dışındaki fırkalar kısa süre yok oldular. Bu iki fırkaya mensup insanlar Yemen, Lübnan, Pakistan gibi çeşitli bölgelerde yaşamaktadırlar.
2.1. Gulat Fırkası
İmam Ali (as) veya evlatlarını haşa ilah sayan kimselere gulat denir.Bazı yazarlar gulat’ı, şia fırkalarından saymış ve bu grub hakkındaki eleştirilerini bütün Şiilere yöneltmiştir. Bu grup haşa Allah’ın Hz.Ali (as) cisminde hulul ettiğine Hz.Ali’nin (as) Allah’ın yeryüzündeki görüntüsü olduğuna inanmışlardır.Bunları Caferiyye (yani şia) ile aynı saymak, bir görmek, bunların inançlarını Caferiyyeye/şiaya mâletmek büyük bir zulümdür. Şia ve şianın mübarek İmamları (as) bu fırkalardan teberri etmişler/uzaklaşmışlar, onları kafir olarak kabul etmişlerdir.Caferiyye tenasuhun/reenkarnasyonun, hululun ve Allah’ı cisim bilmenin şiddetle karşısındadır.Hikmet ve kelama ait Caferiyye kitapları binleri aşmaktadır.Her kitapta Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh oluşu delilleriyle yazılıdır.Kendilerini şiadan sayan, fakat Caferiyye tarafından mülhid ve kafir oldukları bildirilen fırkalarla Caferiyye aynı fırkaymış gibi değerlendirilmemelidir.
2.2. Bölünmelerin Sebepleri
Şiiler arasındaki ihtilaflar sonraki imamların belirlenmesi konusunda yaşanmıştır.İmamların (as) sürekli baskı altında yaşamaları ve herkesle kolayca iletişim imkanları olmaması sebebiyle imamın kendisinden sonra kimi imam olarak tayin ettiği herkese kolayca ulaştırılamıyordu.
3. Şia’nınTemel İnançları
Şiada dinin usulü beştir.Allah’a iman,Nübüvvete iman,meada/ahirete iman,adalete iman,imamete iman. Öncelikle şu belirtilmelidir ki Allah’a,nübüvvete ve meada/ahirete iman İslam inancının temelidir. Bunlara inanmayan kişiler İslam dairesi dışına çıkarlar.Adalete ve imamete iman ise İslam inancının temel konularından olmayıp mezhebin temel inançlarıdır.Dolayısıyla adalete ve imamete şia gibi inanmayan kişilerin asla küfründen söz edilemez.Bu kişilerin sadece şiadan olmadıkları hükmüne varılabilir.
3.1.Allah’a İman
Allahü Taâlâ'nın var ve birdir.Hiç bir eşi benzeri bulunmaz. Kadim'dir, zevali yoktur, ona zeval erişemez. Evveldir, ahirdir, bilendir, hükmedendir; adalet sahibi daimi diridir; gücü yetendir, ganidir, duyan-bilendir; yaratıkların vasfedildikleri şeylerle tavsif edilemez. Cismi, süreti yoktur, ağırlığı, hafifliği yoktur; hareketi, sükunu olamaz; zamanı ve mekanı bulunamaz; kendisine işaret edilemez. Eşi, eşiti, benzeri, zıddı, zevcesi, oğlu, ortağı olmadığı gibi ondan başka bu vasıfları haiz biri de yoktur; "Gözler onu idrak edemez ve o, gözleri idrak eder." (En’am 103) Onu, yaratıklarından birine benzeten ve yüzü, eli, gözü olduğunu söyleyen, yahud dünya göğüne indiğini, bu çeşit inançlara sapan, her türlü noksandan münezzeh olan yaratıcıyı bilmeyen kişidir ki o, kafir menzilesindedir.
Her hususta Allahü Teala'yı bir bilmek gerekir. Zatı itibariyle varlığına, birliğine, bunun vücübuna inanmamız nasıl gerekse aynı tarzda sıfatlarında tevhid de vacibdir. O'nun, ilimde, kudrette naziri bulunmadığı gibi yaratmakta, rızık vermekte de şeriki, naziri yoktur ve bütün kemal sıfatlarında eşi bulunamaz.
İbadette de O'na tevhid, aynı tarzda gerekmektedir; hiç bir vechiyle O'ndan başkasına kullukda bulunmak caiz değildir. Kullukların hiç bir nev'inde, vacib olsun, olmasın, namazlarda ve diğer ibadetlerde, ne suretle olursa olsun, O'ndan başkasını katmak caiz olamaz. İbadette, bir başka varı, varlığı, O'na katan, müşriktir; kullukta O'ndan başkasına yaklaşmayı kasdeden, putlara tapan kişi hükmündedir.
Allah’ın Sıfatları
Zatı Sıfatlar
Zati sıfatlar; Allah'ı, zatının dışında bir şeyi göz önüne almadan nitelendirdiğimiz sıfatlardır.
Başka bir deyişle; Allah'ı onlarla nitelemek için, yalnızca Allah'ın kendi zatını mülâhaza etmenin yeterli olup, Allah'ın zatı dışında hiçbir şeyi, nazara almaya bir gerek olmayan sıfatlara Zati Sıfatlar denir. Hayat, kudret ve ilim bu kabil sıfatlardandır. Eğer varlık aleminde Allah'ın kendisinden başka, hiçbir şey var olmaz ve sadece kendisi var olsaydı bile, O'na hayat, kudret ve ilim sıfatlarını isnat edip, "Allah Hayy'dır, Kadir'dir ve Alim'dir" denilebilirdi.
Fiili Sıfatlar
Fiili Sıfatlar, Allah'ın zatının dışında bir şey göz önüne alınmadan Yüce Allah'ın nitelenemediği sıfatlara denir. Öyleyse, Allah'ı fiili sıfatlarla nitelendirmek için, sadece Yüce Allah'ın zatının göz önünde bulundurmak yeterli olmayıp, Zatı'nın dışında bir şeyin de olması ve onun zatla olan irtibatı da göz önünde bulundurulmalıdır.
Meselâ, eğer hiçbir şey yaratılmamış olsaydı, Allah "Yaratıcı" sıfatıyla nitelenmezdi. Eğer yaratıklardan hiçbiri Allah tarafından gönderilen bir ilahi vazifeyle mükellef olmasaydı, Allah'a Şeriat Sahibi denmezdi. Kullardan hiçbiri Allah'a karşı günah işlemeseydi, Allah'tan bağışlayan ve cezalandıran diye söz edilmezdi. Zira günahkar olmadığı taktirde bağışlanacak veya cezalandırılacak bir kimse olmadığından Allah Teala için böyle bir konum söz konusu olmazdı. Allah Teala'nın rızk verici, şefkat edici, merhamet edici, koruyucu, terbiye edici, hidayetçi ve saptırıcı olması gibi sıfatları da aynı konumdadır. Kısacası Allah Teala'nın yaratıklarla ilgili olan tüm sıfatları aynı hükme tabidir. Allah Teala'nın fiil makamından alınmakta olup tamamının mercii Allah Teala'nın Kayyum sıfatıdır.
O halde Allah Teala'nın Yaratıcı, Kanun Koyan, Bağışlayan, Cezalandıran, Rızk Veren vs. gibi, Allah Teala'nın fiil makamından çıkarılan sıfatlara Fiili Sıfatlar denmektedir.
Kaza ve Kadere İman
Kader Allahu Tealanın işlerin sonunu bilmesidir.Cenab-ı Allah zaman ve mekana bağlı olmayan,sonsuz ilim sahibidir. Bu özelliği sebebiyle kimin ne yapacağını önceden bilir.Allah’ın bilmesi kulların fiillerini tayin etmesi demek değildir.Kısacası bilmek, tayin etmekten ayrı bir şeydir.Kaza ise o işin vakti gelince olmasıdır.Allah’ın bilgisi o işi kula zorla yaptırmaz, kul da işi Allah’ın kendisine verdiği güçle-kuvvetle o işi yapar. Karşılığında mükafat veya ceza görür.
3.2.Nübüvvete İman
Nübüvvet, Allahü Teala’nın, kullarına doğru yolu göstermek, dünyada, ahirette, mutluluklarını sağlayacak hükümleri bildirmek, onları kötü huylardan, bozguncu gelenek ve göreneklerden arıtmak, onları hikmet ve marifet sahibi kılmak için, lutfuyla seçtiği, insanlığın en olgun ve yüce mertebesine ulaştırdığını kullarına gönderdiği bir makamdır. Peygamberler mutlak manada masumdurlar/ismet sahibidirler, yani günah işlemezler. İsmet, yani masum oluş, küçük-büyük bütün günahlardan, yanılmaktan, unutmaktan münezzeh olmaktır. İsmetin varlığına delil şudur: Peygamber suç işleyebilir, yanılır, yahut unutursa, ondan bu çeşit şeyler sudur ederse, ona inananlar, uyanlar, elbette şüpheye düşerler; düşmemeleri, din ve akıl bakımından mümkün değildir. Bu takdirde halkın ona uyması güçleşir; bu ise nübüvvet vazifesine karşıdır; sözlerinde, işlerinde bir değer kalmaz, mutlak olarak buyruklarına uyulamaz; hareketleri bir örnek olamaz ve peygamberlerin gönderilmelerindeki fayda ve lüzum lüzumsuz olur.
Bütün peygamberler ve onlara gönderilen kitaplar hak ve gerçektir. Peygamberliklerini inkar, yahut onlarla alay etmek küfürdür, zındıklıktır; çünkü bu, onlardan, onların gerçekliğinden haber veren Peygamberimizi de (saa) inkardır.Peygamberler kuldur,beşerdir.İlk peygamber Hz.Adem (as) son peygamber ise Peygamber Efendimiz Abdullah’ın oğlu Muhammed (saa) dir.O’nun (saa) vefatıyla artık vahiy kesilmiştir.O’dan (saa) sonra peygamber gelmeyecektir.
3.3. Meada İman
Allahu Taala'nın, ölümlerinden sonra, insanları, va'd ettiği günde, yeni bir yaratışla yaratacak, diriltecek, itaat etmiş olanlara, va'd ettiği sevabı, mükafatı verecek, isyan edenleri, gene bildirdiği gibi cezalandıracaktır.Bu, semavi dinlerin ittifak ettikleri inancın, özetle ifadesidir. Hiç bir müslümanın, Rasul-i Ekrem'e (saa) indirilen Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki beyanlarına muhalefet etmesine imkan yoktur. Allahu Taala'ya tam ve gerçek bir inançla inanan, Hazret-i Muhammed'in (saa) hak dinle ve hidayet üzere gönderildiğine iman eden kişi, Kur'an-ı Kerim'in tekrar diriliş, sevab, cennet ve cehenneme dair verdiği haberlere de inanır. Kur'an-ı Kerim'de bin'e yakın ayet-i kerime, ahireti, tekrar dirilmeyi, mükafat ve mücazatı bildirmektedir, Bu hususta şüpheye düşen, risalet sahibine, yahud kainatın yaratıcısına, onun kudretine hatta yalnız bunlara değil, bütün dinlere ve şeriatlerin tümüne şüphe ediyor demektir.
İnsana, İslama inandıktan sonra, nefsine uymaması, bunun aksine, ahıretini ve dünyasını düzene sokacak şeylerle uğraşması, kadrini, derecesini, Allah katında yüceltecek şeyleri düşünüp nefsini ıslah etmesi, ölümden sonra kabir ve hesap çetinliğini müteakıp, her şey'i iyiden iyiye bilen Allahu Taala'nın manevi huzuruna nasıl çıkacağını teemmül etmesi, "Kimseden bir karşılık kabul edilmez, kimsenin kimseye şefaati fayda vermez; onlara yardım da edilmez"(Bakara 123) ayet-i kerimesiyle anlatılan günden çekinmesi gerektir.
3.4 Adalete İman
Allahü Taala'nın kemale ait bütün sıfatlarının birinin de adalettir.Allahü Taala'nın adildir, zalim değildir.İtaat edenlere sevab verir, isyan edenleri cezalandırır. Kullarına, güçlerinden fazla bir teklifde bulunmaz; onlara, hak ettikleri cezadan fazla da ceza vermez. Çünkü Allahü Taala, herhangi bir vesile ile güzeli, iyiyi terk edip kötü işi işlemez; çünkü Allahü Taala, güzelin, güzel ve iyi oluşu, çirkin ve kötünün çirkin ve kötü oluşunu bilir. Bu bilgisiyle de güzel ve iyi işi yapmaya, kötüyü terk etmeye gücü yeter. İyiyi işlemekle bir ziyana düşmez ki onu terke muhtaç olsun, nitekim kötüyü de işlemeye bir ihtiyacı yoktur. Bütün bunlarla beraber O, hüküm ve hikmet sahibidir; işlediği şey, hikmete uygundur; en mükemmel düzene göredir.
Zulmü ve kötüyü işleseydi, -ki şanı bundan yücedir-, iş, dört şekle dönerdi:
1) O işi, haşa, bilmiyor, kötü olduğunu bilmediğinden yapıyor;
2) Kötü olduğunu biliyor, fakat yapmaya mecbur; terketmeye gücü yetmiyor;
3) Kötü olduğunu bilmekte, onu yapmaya mecbur da değil, ama yapmaya muhtaç;
4) Kötülüğünü biliyor; yapmaya mecbur değil, ihtiyacı da yok; fakat abes olduğundan yapıyor ve bununla, haşa, kendini tatmin ediyor.
Bunların hepsi de, yüce Allahü Taala'yı haşa noksanlıkla itham eder.Bu yüzden de O'nun zulümden, kötü ve abes iş işlemekten münezzeh olduğuna inanmamız vaciptir.
Ama müslümanların bazıları, haşa, Allahü Taala'nın kötü işi yapmasını, itaat edenleri cezalandırmasını, hatta asileri, kafirleri cennete sokmasını caiz bilmekteler; onlarca kullara, güçlerinin yetmeyeceği işleri de, dilerse, emredeceğine, bunları terk edenleri cezalandıracağına, kendisinden zulüm ve cevir gibi şeylerin sudur edebileceğine, hikmete, maslahata uymayan, faydası bulunmayan işi yapabileceğine, "Yaptığından sorulmaz; onlardır sorumlu olanlar" (Enbiya 23) ayet-i kerımesini delil getirerek inanmaktalar. Oysa ki Allahü Taala'nın şanı, bütün bunlardan yücedir ve kitabının muhkem ayetlerinde, "Ve Allah, kullarına zulmü irade etmez" (Mü’min 31), Ve Allah, fesadı sevmez" (Bakara 205) , "Ve biz, gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık" (Duhan 38) ve "Biz, cinni ve insanları, ancak kulluk etsinler diye yarattık" (Zariyat 56) buyurarak zulümden, bozgundan münezzeh bulunduğunu, boş, abes bir şey yapmayacağını beyan buyurmaktadır. "Tenzih ederiz seni, bunu boş yere yaratmadın." (Ali İmran 191)
3.5.İmamete İman
Ehl-i Sünnet, imamet konusunu İslam'ın inanç esaslarından saymayıp, onun İslam'ın fer'i hükümlerinden biri olduğunu, imamlarda masumluk, ilahi ilim ve ilahi tayin gibi şartların gerekmediğini, Hz. Resulullah'tan (saa) sonra imamet işinin halkın kendi seçimine bırakıldığını ve imametin toplumun tümünün veya toplumun ileri gelenlerinin seçimi ile veya başka bir yöntemle tahakkuk bulduğunu savunmaktadır.
Şiada imamet konusu üç açıdan incelenir. İslam hükümeti, İslami ilimler ve toplumu manevi hayatında irşad edebilmek. Yani Allah Rasulunun (saa) vefatından sonra imam olacak kişiler hükümeti adil bir şekilde idare edebilmeli ve toplumu koruyabilmeli, Kur’an’ı, hadisleri kısaca tüm İslami ilimleri doğru ve hatasız bir şekilde bilerek topluma yön verebilmeli ve toplumu ahlaki bakımdan eğiterek onların manevi hayatına yön verebilmelidir. Şiaya göre İslami toplumunun bu üç kanuna zaruri ihtiyacı olduğu için bu konuları ve işleri üstlenen kişi de Peygamberler gibi Allah indinden tayin olmalıdır.
Şianın imamet inancını açıklayan en güzel sözlerden birisi 8.İmam Ali Rıza (as) ın şu sözleridir:
“Abdulaziz bin Müslim diyor ki: "Hz. İmam Rıza (a.s) ile birlikte Merv şehrinde bulunuyorduk. Oraya girişimizin ilk günlerinde cuma günü camide toplandık, camide imamet konusundan bahsedilip, bu konuda insanların düştüğü derin ihtilaflardan söz edildi. Bu arada, ben efendime (İmam Rıza'ya (as)) giderek, insanların bu konuda ne konuştuklarını haber verdim. Bunun üzerine, İmam (a.s) gülümsedi, sonra da şöyle buyurdu: "Ey Abdulaziz bin Müslim, onlar cahil kalmış ve görüşlerinde aldatılmışlardır. Allah Teala Peygamberi (s.a.a)'in ruhunu kabzetmeden önce, onun için dinini kamil kıldı ve her şeyin açıklaması olan Kur'an'ı ona indirdi. Onda helalı, haramı, hududu ve insanların bütün ihtiyaç duydukları şeyleri kamil olarak açıklayarak: "...Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık...." (En’am 38) buyurdu. O Hazret'in ömrünün sonlarında olan Haccet-ül Veda'da ise: "...Bu gün sizin için dininizi kamil kıldım, nimetimi size tamamladım ve İslam'ın sizin için din olmasına razı oldum...." (Maide 3) buyurdu. İşte imamet konusu, dinin tamamlanmasındandır.
Hz. Resulullah (s.a.a) da dünyadan göçmeden önce, ümmetine dinin talimatlarını beyan buyurdu. Yollarını onlara açıkladı. Onları hak yolunun ortasında bıraktı. Hz. Ali (a.s)'ı onlara bir örnek ve imam olarak tayin edip, ümmetin muhtaç olduğu hiç bir konuyu açıklamadan gitmedi. Kim, Allah Teala'nın dinini kamil kılmadığını zannederse, Allah'ın kitabını reddetmiş olur, kim de Allah'ın kitabını reddederse, onu inkar etmiş olur.
Acaba onlar, imametin değerini ve onun ümmet içerisindeki mevkiini biliyorlar mı ki, onu seçmek onlara ait olsun?
İmamet makamı, insanların kendi akıllarıyla onu idrak etmelerinden, kendi düşünceleriyle ona ulaşabilmelerinden veya kendi seçenekleriyle bir imam tayin etmelerinden çok daha yüksek değere, büyük şana ve yüce mevkie sahiptir.
Allah Azze ve Celle, Hz. İbrahim'i nübüvvet ve halillik makamına seçtikten sonra, onu; üçüncü bir makam olarak, imamet makamına tayin etti. Bir fazilet olarak onunla şereflendirdi ve onunla anısını yükselterek: "Ben seni insanlara imam kılıyorum" (Bakara 124) buyurdu. Hz. Halil (a.s) ise, bunun sevincinden: "Benim zürriyetimden de" dedi. Allah Tebareke ve Teala ise: "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" cevabını verdi. Böylece bu ayet-i kerime, kıyamet gününe kadar, bütün zalimlerin imametini batıl kılıp, bu makamı seçkin insanlara bıraktı.
Sonra Allah Teala, Hz. İbrahim'i yüceleyerek, seçkinlik ve taharet ehli kimseleri onun neslinde karar verdi ve şöyle buyurdu: "Ve biz ona İshak'ı ve Yakub'u bir hediye olarak bahşiş ettik ve hepsini salih insanlardan karar kıldık. Ve biz onları bizim emrimizle hidayet eden imamlar kıldık. Onlara hayır işler yapmalarını, doğrudan namaz kılmalarını ve zekat vermelerini vahyettik ve onlar bize ibadet edenlerdi." (Enbiya 72)
Böylece bu makam, onun zürriyetinde devam ede geldi. Asırdan asra, onu birbirlerinden miras alıp gidiyorlardı. Ta ki, Allah Celle ve A'la bu makamı, Hz. Nebiyy-i Ekrem (s.a.a)'e miras olarak ulaştırarak: "İbrahim (a.s)'a en evla olanlar; ona uyanlar, bu Nebi ve iman getiren kimselerdir. Allah mü'minlerin velisidir" (Ali İmran 68) buyurdu.
O halde, imamet makamı o Hazret'e özgü idi. O Hazret de Allah Teala'nın emriyle, Allah Teala'nın ona çizip farz kıldığı şekilde, onu Hz. İmam Ali (a.s)'a bıraktı ve sonra da, Allah Teala'nın: "Ve kendilerine ilim ve iman verilen kimseler, onlara derler ki: "Allah'ın kitabında kıyamet gününe kadar bırakıldınız..." (Rum 56)
kavli gereğince, o Hazret'in kendilerine ilim ve iman verdiği seçilmiş zürriyetine ait oldu. Dolayısıyla, kıyamet gününe kadar o, yalnızca Hz. Ali (a.s)'ın evlatlarında olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed'den sonra artık bir peygamber yoktur. Öyleyse, bu cahiller onu nasıl seçebilirler?!
İmamet peygamberlerin makamı, vasilerin mirasıdır. İmamet Allah’ın ve Rasulu’nun (as) hilafetidir.Hz.Ali’nin (as) makamı, Hasan ve Hüseyin’in (as) hilafetidir. İmam dinin ipi,Müslümanların nizamı, dünyanın salahı ve mü’minlerin izzetidir.İmam İslam’ın gelişen kökü,yücelen dalıdır. İmamla namaz,zekat,oruç,hac ve cihad kamil olur, ganimet ve sadakalr çoğalır, had ve ahkam uygulanır,hudut ve sınırlar korunur.
İmam,Allah’ın helalini helal,haramını da haram kılar,şer’i cezaları uygular,Allah’ın dinini savunur, (halkı) hikmet, güzel öğüt ve açık delillerle Allah’ın yoluna davet eder. İmam, gözlerin göremeyeceği ve ellerin ulaşamayacağı bir ufukta doğup, ışınlarını aleme saçan güneşe benzer.
İmam, ışık saçan dolunay, parlak kandil, açık nur, karanlıklar ortasında hidayet yıldızı, şehirlerin ve çöllerin yol gösteren kılavuzu ve helak olmaktan kurtaran bir kurtarıcıdır.İmam, yüksek tepede yanan bir ateştir, ısınmak isteyene sıcaklık bahşeder. Tehlikeli yerlerde kılavuzdur, ondan ayrılan helak olur.İmam, yağmur yağdıran bulut, bol sağanak yağmur, ışık saçan güneş, kapsayıcı gölgesi olan gök, döşenmiş yer, bol-bol suyu olan pınar, selin bıraktığı göl ve yerin yeşerttiği yeşilliktir.İmam, yumuşak huylu arkadaş, şefkatli baba, ikiz kardeş, küçük yavrusuna iyilik yapan anne ve kara günlerde kulların sığınağıdır.İmam, Allah'ın, yeryüzündeki ve mahlukatı arasındaki emini, kullarına hücceti ve şehirlerindeki halifesidir. (Halkı) Allah'a çağıran ve O'nun belirlediği sınırları savunandır.İmam, günahlardan tertemiz kılınan, ayıplardan arındırılmış olan, özelliği ilim, nişanesi hilim olan, dinin düzeni, Müslümanlar'ın izzeti, münafıkların öfkesi ve kafirlerin yok edicisidir.İmam, zamanın yeganesidir. Hiçbir kimse onun makamına ulaşamaz, hiçbir alim onun dengi olamaz. Onun bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayan Allah'ın fazlı ile, talep ve kesbe dayanmaksızın, bütün faziletleri taşır. Durum böyle iken; kim, İmam'ı tanıyabilir veya özelliklerinin özüne ulaşabilir?
Heyhat, heyhat! İmam'ın makamlarından veya faziletlerinden birini tarif etmekte akıllar yitmiş, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayran kalmış, hatipler aciz olmuş, şairler yorulmuş, edipler acze düşmüş, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, bilginler susup kalmış, hepsi acz ve güçsüzlüğünü itiraf etmiştir.
Şu halde, onu bütünüyle anlatmak, olduğu gibi nitelemek nasıl mümkün olur? Kim, onun yerine geçebilir veya ona olan ihtiyacı giderebilir? Bu nasıl mümkün olur? Oysa İmam, yıldızlar gibi kendisine ulaşmak isteyenlerin elinden ve niteleyenlerin nitelemesinden uzaktır.
Bunlar, bu makamın Resulullah sallallahu aleyhi ve alih'in Ehl-i Beyti'nden başkasında bulunacağını mı zannediyorlar? Andolsun, Allah'a, nefisleri onları aldatmış ve onları yanlış arzulara sevk etmiştir. Onlar, sarp ve kaygan olan yüksek bir yere çıkmak istemişler de, ayakları kayarak uçuruma yuvarlanmışlardır. Kendilerince bir imam seçmek istemişler, oysa imam seçmek nerede onların işi olabilir? İmam, cehaletten uzak alim, hile yapmayan yönetici ve nübüvvet madeni olmalıdır. Nesebiyle ayıplanmamalı ve soy sop sahibi hiçbir kimse onunla boy ölçüşememelidir. Kureyş kabilesinden, Haşimi soyundan ve Peygamber ailesinden olmalı; şereflilere şeref vermelidir. Abdülmenaf neslinden gelmelidir. Coşkun ilme ve kamil hilme sahip, işleri yürütebilen, siyaset bilen, riyasete layık, itaati farz olan, Allah'ın emrini ayakta tutan ve Allah'ın kullarının hayrını isteyen biri olmalıdır. Allah, peygamberleri ve onların vasilerini (Allah'ın selatı onlara olsun) muvaffak eder, onları sebatlı kılar, başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerden onlara verir. İlimleri, zamanlarındaki bilginlerin ilminin üstünde olur. Allah Teala buyurmuştur ki: "Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (Yunus 35)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır." (Bakara 269)
Talut'un kıssasında da şöyle buyurmuştur: "...Şüphe yok ki, Allah onu, sizin içinizden seçkin kıldı ve onu bilgi ve vücutça sizden üstün yaptı. Allah, mülkünü dilediğine verir." (Bakara 247)
Davut (a.s)'ın kıssasında da şöyle buyurmuştur: "Davut Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk (saltanat) ve hikmet ihsan etti ve ona dilediğinden öğretti." (Bakara 251)
Resulü'ne de şöyle buyurmuştur: "Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi. Sana bilmediğin şeyleri öğretti ve Allah'ın senin üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsanı) pek büyüktür." (Nisa 113)
Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i, itreti ve soyundan olan İmamlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara (Peygamber Ehl-i Beyt'ine) verdikleri şeyler için onlara haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim'in soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) de ihsan ettik. Böylece onlardan kimi ona inandı, kimi de ona sırt çevirdi ve çılgın ateş olarak cehennem onlara yeter." (Nisa 53,54) Allah Azze ve Celle bir kulu, kullarının işini yönetmek için seçtiğinde bu iş için onun göğsünü genişletir, hikmet çeşmelerini kalbine yerleştirir, ona ilim ilham eder. Artık bundan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz, onda doğrudan şaşmaz. O, masumdur; daima ilahi tevfik, sebat ve teyitten yararlanarak, hata, sürçme ve çirkinlikten emin olur. Allah bu özellikleri, kullarına üstün hücceti ve yaratıklarına şahidi olsun diye, ona tahsis kılar. Bu Allah'ın bir fazlıdır, dilediğine verir, Allah gerçekten büyük fazıl sahibidir.
Acaba onların böyle birini tanımaya güçleri yeter mi ki, onu seçsinler? Veya onların seçtikleri kimseler, bu özellikleri taşıyabilir mi ki, onu öne geçirsinler?
Andolsun Allah'ın Beyti'ne ki, onlar haktan çıkmışlar ve bilmiyorlarmışçasına Allah'ın Kitabı'nı sırtlarına atmışlardır. Oysa, hidayet ve şifa Allah'ın Kitabı'ndadır. Onlar O'nu bırakıp, kendi heva ve heveslerine uymuşlardır. Allah da onları kınamış ve onları gazap ve helaketin beklediğini belirterek şöyle buyurmuştur: "Allah'tan bir hidayet olmaksızın, kendi heva ve heveslerine uyanlardan daha sapık kim olabilir? Allah zalim bir kavmi hidayet etmez." (Kasas 50)
Yine şöyle buyurmuştur: "..Yazıklar olsun onlara, Allah onların amellerini saptırmıştır." (Muhammed 8)
Yine buyurmuştur: "Bu Allah katında ve iman edenlerin nezdinde en büyük suçtur. İşte Allah her kibirli ve tuğyankar kalbi böylece mühürler." (Mü’min 35) Allah'ın selatı ve çoklu selamı Muhammed'e ve onun Ehl-i Beyt'ine olsun."
Uyumlu bir şekilde yaşayan bir toplumun,devletin ,şehrin hatta birkaç kişiden oluşan bir ailenin başkanı olmadan sosyal hayat devam edemez ve bu başkan şahıslara hakim olur ve onları kendi görevlerine sevkeder.Yoksa toplum kısa sürede bölünüp yok olur. Buna göre toplumun bekasını düşünen her başkan, geçici veya devamlı olarak toplumdan ayrılmak isterse kendi yerini boş bırakıp toplumun bölünmesine göz yummaz. Emri altında birkaç kişi çalıştıran bir kimse yerinden birkaç saatliğine bile ayrılsa yerine birini tayin eder,diğerlerinin ona müracaat etmesini ister.
İslam fıtrat üzere kurulu bir dindir.Allah Rasulu’nun (saa) bu dinin birliği için verdiği önem inkar edilemez. Peygamber Efendimiz (saa) İslamın hakim olduğu yerlerde birliğe önem verdi. İslam’a dahil olan şehirlere valiler tayin etti. Hatta cihada giden ordulara birkaç tane komutan tayin etti.Kendiside Medine’den birkaç saatliğine bile ayrılacağı vakit yerine birini bırakmadan ayrıldığı vakii değildir.Aşağıda Peygamber Efendimiz’in (saa) Medine’den ayrılacağı zaman yerine tayin ettiği kişilerin listesi vardır.